Ahmet Müfid Okbay
GÜNAYDIN! BAHÇEMDE SİNEK KUŞU VIZILTISI...

GÜNAYDIN! BAHÇEMDE SİNEK KUŞU VIZILTISI...

...umut etmek, kumar oynamaktır.

gelecek üzerine, arzularınız, açık yürekliliğin ve belirsizliğin kasvet ve güvenlilikten daha iyi olma olasılığı üzerine bahis oynamaktır.

 umut etmek tehlikeli olsa da korkunun tam zıddıdır çünkü yaşamak risk almaktır.

Rebecca Solnit

 

      Günün en güzel saatleri; uyumak ya da yeni bir güne başlamak için. Yaz ortası. Sabah esintisi serinliğini hissettiriyor bedeninde usulca. Kararsız kalıyorsun. Şimdi dışarda, insanı tazeleyen bir hava, hanımelinin derin ve dokunaklı kokusu ile ismini bile bilmediğin kuşların tatlı melodisi vardır bahçede diye düşünüyorsun. Kalkmalı ve kendini doğaya teslim etmelisin.

      Ansız. Yavaş. Göz kapaklarını açamıyorsun. Uyku bütün ağırlığı ile sarıyor bedenini. Yarı kapalı perdelerden günün ilk ışığı sızıyor odaya. Tam gözlerine vuruyor ışık. Yatağında yana dönüyorsun. Perdeyi kapatmak için kalkmak her şeyi bitirebilir çünkü. Gözlerin kurtuluyor ışıktan, ama ruhun asla.

      Yarı rüya. Anımsama. Belki doğru ya da senin eklediğin gerçekdışı yanlarıyla; Sean Penn’in “11’09’01 September 11” kısa filminde gökdelenlerin güneşin girmesine izin vermediği kasvetli bir odada yaşlı bir adam, asla ne kadar sulasa, baksa da canlanmayan ve açmayan çiçeği. Yitirdiği ve unutamadığı karısının anılarıyla yaşayan “unutma hastalığına” tutulmuş yalnız bir adamın hiç değişmeyen ritüelleri. Emin olsan da hep soruyorsun. Belki, Sensin. Belki de hiç kimse.

     Yarı uyku. Sinek kuşu desenli iki kişilik dev bir yatak. Odayı dolduran ses.

     Vızıltı. Vız…vızz…vızzzzz.

     Açık pencereden esintiyle içeri giriyor.

     Oysa burada sinek kuşları yaşamaz.

     Ama ses o kadar canlı ve ısrarcı ki, gerçek sanki.

     Vızıltı. Vız…vızz…vızzzzz.

     Uyumak. Yatakta öbür yana dönüp, pikeyi yarım üzerine alıyorsun. Kolunu yatağın boş tarafına uzatıyorsun. Elin hiçbir şeye dokunmuyor.

    “Biliyor musun canikom, ayrı yataklarda yatan eşlerin uyku kalitesi daha iyi oluyormuş, ömürleri de aşkları da uzuyormuş.”

     “…”

     Gözlerini yarı aralıyorsun. Sinek kuşu desenli yatak örtüsünün canlı renkleri, sızan güneş ışınları ile renk değiştirip sanki oyunlar oynuyor beyninde. O iki kişilik dev yatakta yalnızsın. Sesleri, kokuları ve anıları saymazsan.

     Üç katlı bahçeli büyük bir ev burası. Kediler, köpekler, tavuklar, kuşlar ile Nuh’un gemisi kadar kalabalık. Bahçedeki sebze yataklarında daha kızarmamış domatesler, meyve ağaçlarında dalında kurumuş birkaç dut, olgunluktan çürümüş erik ve nektarın. Birde üst katta uyuyan yirmi beş yıllık sevgili karın.

     “Ah! Canikom. Gri hamile galiba. Yine bahçeye yavrulayacak. Kaç yıldır mama veriyorum haspaya, bir kere yanaşmadı bana. Vahşi. Of çok da güzel! Biliyor musun Portakal ve Limon aldatıyor bizi. Komşuya-“ 

    “…”

    Gözlerini artık kapatamıyorsun. Karşıdaki beyaz rustik makyaj masası ve aynanın önüne iliştirilmiş fotoğrafa gözün takılıyor. Resimde, yıllar boyunca birlikte yaşayanların birbirine benzeyen yüzleri var. Mutlu yaşlı bir çiftin. İki bölümlü çerçevenin diğer yanında ise “beyin göçü” ile yurtdışına okumaya gidip orada yaşamayı seçmiş oğlun, fotoğraf çektirmeyi sevmeyen sıkıntılı, zoraki gülümseyen yüzü ile boşluğa bakıyor. İlk resim, sanki bir gemi turunda çekilmiş. Bütün fotoğraflarda aynı duruş kopyalanmış sanki. Değişen yerler, kıyafetler, dekor; “Aristofanes'in Miti”

    Vızıltı. Vız…vızz...vızzzzz.

     Usulca, yandaki boş yastığa doğru uzanmış elinle, yatak örtüsündeki sinek kuşlarını okşuyorsun. Saçlarındaki deniz kokusu doluyor genzine. İlk gençlik yıllarındaki cezaevi havalandırmasında yeni asılmış çarşaflardan gelen.

    “Canikom! Eski günlerdeki gibi tekrar mektuplaşsak mı?”

    “…”

     Posta kutusu yıllardır bomboş. Hatta ellerinle yüzünü ovuşturduğunda, burnunu gözlerini bile bulup bulmayacağından emin değilsin. Boşluk.

     Vızıltı. Vız…vızz…vızzzzz.

     Üst katta besbelli uyuyor hala. Bundan emin değilsin ama böyle düşünüyorsun alışkanlıkla. Biraz başın ağrıyor, akşamdan kalma. Yarım bırakılan içkiler dolduruyor hayatınızı.

     Onunla tanıştığınız an geliyor aklına. Hiç durmadan gece gündüz çalışan kilim dokuma tezgahlarının sesi. “Kilimi Takmak ’tan al, kızı Uşak’tan”. Tek eksen üzerinde sıralanmış dikdörtgen toplar, kıvrım denilen, taban tabana gelecek biçimde yerleştirilmiş ‘’eli belinde kız’’ ve tavşan topuğu motifleri. Düğüne kadar sabırla kilim ören genç kızlar, saçlarının tellerini de saklarlarmış ördükleri kilimin düğümlerinde.

    “İyi ki o kilimi aldın eski eşinden canikom. Aşkımızın uçan halısı o!”

    “…”

    Bakışını yatağın kenarından yere odaklıyorsun. İlk günkü güzelliği ve parlak renkleriyle yerde uzanan tanışmanıza vesile olan kilim, yatağın yanında duruyor hala. Gülümsüyorsun.

    Terk edilmiş bir köy. Frigya vadisinin yamacında. Baraj gölü altında kalmış. Bunu su üstünde ayakta kalmış minaresi görünen cami düşündürüyor sana. Kıyıda felekler üstünde ve kumsalda birkaç kayık var. Önünde fotoğraf çektirdiğiniz. Çekingen. Umutlu. Mutlu. Resimdeki o güzel kızın, önce gür siyah saçlarına, sonra da çocuksu gülüşüne odaklanıyorsun. Anılara.

     “Çünkü anı; doyuma ulaşmış istek demektir."

     Vızıltı. Vız…vızz…vızzzzz.

     Herkesin şaşırdığı bir hızla evlenmiştiniz. Peri masalı. “Love story"

     “Üzgün ruh/O yaşıyor, ama çok az konuşuyor/Onu bekliyor/ bir zamanlar çekilmiş fotoğrafının önünde”

      Elmanın diğer yarısına rastlamışsan bir an, her şey o andan ibarettir. Uzun zamandır seviyorum sizi demiştiniz, tanışmanızın ikinci günü evlenme teklif ettiğinizde. Elbette şaşkın ne diyeceğini bilememişti. O gece ayrılırken Uşaktan aldığınız kilimler karışmıştı. Sonra buluşup değiştirdiniz. Eski eşinin evine aldığın kilimi götürdün. Aslında kalbin yıldırım aşkına tutulduğun o uzun siyah saçlı kızda kalmıştı. Görüşmeye de devam etme kararı vermiştiniz. Çok uzun sürmedi. Aşktı ya da big bang!

     Anlayışlı eski eşin, ki defalarca ayrı ayrı evlere çıkmış ve çok da zaman olmuştu boşanalı. Pek te hoş karşılamadı yeni ilişkini.  Elbette tüm kadınlar gibi sezgileri güçlüydü. Defalarca ayrılsanız bile hala bir yanının onun yanında güçlü biçimde yaşadığının ayrımındaydı. Ve buna da sahip olmak istiyordu. Oysa bu kez aranızda büyük, kapatılmaz bir boşluk vardı. Ayrıldın. Bir daha geri dönmemek üzere. Ama yanına bir tek o kilimi alarak. Kitapların, yazıların, plakların, yani biriktirdiğin ne varsa arkanda bırakarak. Daha doğrusu bir kilim ile takas yaparak. 

    İlmek ilmek yaşamınızı ördüğünüz o günlerden kısa bir süre sonra aşkınızın meyvesi oğlunuz doğmuştu. Mutluluk kısa bir süre sonra kaygılarla dolu günlere dönüşmüştü. Bir kitabı fırlatır gibi “Kara Çarşamba” kâbus gibi çökmüştü yaşamınızın üstüne.

   “Biliyor musun canikom, o günlerde söylememiştim, bana da mantıklı gelmişti, daha iyi bir gelecek için senin akademik alanda yoğunlaşman ve devam etmen, benim ise öğretim üyeliğimden geçimimizi sağlamak için vazgeçişim. Oysa içim sızlamıştı-“

    “…”

    Tuhaf! Değmiş miydi o profesör titri tüm yaşananlara?  O zor yılları düşünüyorsun şimdi, bugün her şeyiniz var, ama o günlere göre çok daha çaresiz ve umutsuz hissediyorsun kendini.

    Üstelik çok mu sevimli buluyordun, kadim ve ünlü o üniversitesinde geçirdiğin günleri, kurduğun ilişkileri? Asistanlık yıllarındaki acımasız rekabet, yalakalık, adam kayırmalar. Korkunç egoların bir hiç uğruna acımasızca savaşması. Sanki küçük dağlarını ben yarattım diye dolaşan başasistanlar. Çok şey yapıyormuş görünen, aslında “postlarını toz kaplamış” namlı şanlı hocalar. Sende onların yolundan geçtin. Bir bir çıktın merdivenleri. Artık kapısında “Profesör” yazan bir odan da var. Ama neyi değiştirebildin şu hayatta? Ne katkın oldu dünyaya? İçin rahat mı?

    “Ah canişkom! Bir daha o akademik toplantı adı veren tatil kaçamaklarına, sonra tumturaklı yemeklere hiç gitmek istemiyorum. Herkesin paçalarından samimiyetsizlik akıyor. Kasıntı biçimde birleriyle zoraki selamlaşıp, bir iki kadeh içip, can ciğer kedi sarması kahkahalar atıp, sırtlarını birbirlerine döndükten sonra salyaları akarak nefretlerini kusan bu “maskeli baloya” tahammül edemiyorum artık. İğrençler, iğrenç-“

    “…”

      Üstünde adın yazan bir odan oldu da ne değişti? Senin yalakalık yaptığın günlerden sana yalakalık yapılan günlere geçtin. Ve mantar gibi neredeyse apartman gibi binalarda açılan onlarca üniversite, fakülte kuruldu. O “saygın” hocalar üç kuruş fazla maaşa, ya da artık zulüme dönüşen baskılara dayanamayıp ayrıldılar köklü üniversitelerinden. Liyakat bitti. Adam kayırmacılık, “mış gibi yapılan” satılığa çıkmış bilim, o köklü üniversiteleri “ışık vermeyen, görkemli dev bir avizeye” dönüştürdü. Gençler, gençlerin gözlerindeki ışıltı canlı tutsa bile ümidi, sana da yetmez oldu. Yoruldun. Tükendin.

      Umut zaten nedir ki? Güzel yarınlar için taşınan bir iyimserlik? “Ah! O Zalim iyimserlik.”

      “Ah! canikom. Sonra o ‘bu suça ortak olmayacağız’ bildirisi ve KHK kâbusu.  İkimiz de barış için imza vermek istemiştik. Sen bari birimiz işinden olmasın, çocuk bekliyoruz demiştin. Haklıydın da kaygıların da. Buralara varacağını hiç düşünmeden atıvermiştim imzayı. Karnımda bebek ile kısa tutsaklık ayları, uzun mektuplar. Aslında acı ama çok da güzel günlerdi. Sonra geçim derdi. Yıllarca orada burada üç kuruşa özel ders vererek destek olmak için evimize çalıştım durdum. Yanlış anlama o imzayı atmaktan hiç pişman olmadım. “

       “…”

       Kim bilir, yüzeye yakın yüzen Zarganalar mı yoksa kuytularda saklanan Mürenler mi güvendelerdir? Balıklar boğulmazlar ki suyun içinde. Ya pişmanlık, hangi dip akıntıya benzer?

       Sargossa Körfezinden yedi bin kilometre yol gelip Bafa gölüne ulaşan yılan balıkları gibi aşıp geldiniz bugünlere. Zorlukları aştınız, kunduzlar gibi barajlar kurdunuz çılgınca size karşı akan ırmağa. Güvenli sulara çevirdiniz hayatınızı. Arzu Mev’ud!

       Sonra… Obur doyumsuz bir canavar gibi saldırdınız ayırdını varmadan tüm hazlara. Semirdiniz. Şimdi o iri ve kibirli gövdenle, balıkçıların çamur balçık göl dibine bıraktığı pinterlerin deliklerinde ne kadar çırpınırsan çırpın çıkamazsın!

       Bunları düşünürken nefesin daralıyor. Soluğun bunca yıl taşıdığı onurlu hayatı ile omuz başında duran karının huzurunu taşımıyor ne yazık ki. Gözlerini kapatıyorsun, ışıktan kurtulmak için.  Biraz işe yarıyor. Ancak o odaya dolan ses. Ellerinle kulaklarını kapatsan bile kaybolmuyor.

       Vızıltı. Vız…vızz…vızzzzz.

       Kara. Kapkara. Karanlık. Oysa renkleri seçebiliyorsan, belirsiz olsa bile bir ışık hüzmesi vardır.

       Sahi, Umut nedir? Her şeyin yarınlarda iyi olacağına olan safdil bir inanç. Dört yanımızı kaplayan soykırıma dönüşen savaşlar, adaletsizlik, antidemokratik uygulamalar, çevre ve hayvanların katliamı… hepimizi, umutsuzluk ve çaresizlik duygularını büyütüp, somut öznesi olmayan bir yas hali yaşarcasına mutsuz kılarken, nasıl iyimser olunabilir? Sezdirmeden, değerler erozyona uğrarken, kayıtsız, güvensiz, sinik bir kabullenişe dönüşüyor hayat. Ve dünya, freni kopmuş bir kamyon gibi yokuşa aşağı gidiyor. Senin o kamyondan kapıyı açıp atlama şansın bile yok!

       Vızıltı. Vız…vızz…vızzzzz.

       Odayı dolduran vızıltıyı yok saymaya çalışıp, başka seslere odaklanıyorsun. Rüzgâr dinmiş. Ne üst kattan ne merdivenlerden ne de aşağıdaki mutfaktan gelen tek bir tıkırtı yok. Üst katta besbelli uyuyor olmalı hala. Yıllardır işe gitmek için erken kalkma zorunluluğundan yapamadığı ve özlediği sabah uykularını ne çok sever diye düşünüyorsun. Ayırdını varmadan yüzüne bir gülümseyiş yerleşiyor. Sevgi dolu, huzur veren.

       O sana göre hep daha tepkisel, tutkularıyla kendini var eden, duygusal olduğu kadar duyarlıydı. Mantıklı olmak hep sana düşmüştü. Sanki asi bir atı dizginlemekle geçmişti hayatın. Ama başkaldırı ne çok yakışıyordu ona. Kırmızı bir gülün çingene bir kadına yakıştığı kadar.

      “Biliyor musun canişkom, sen de en çok neyi seviyorum?”

       “…”

      “Nereden bileceksin! Sen duyguları alınmış bir akıl küpüsün. Ama bazen, hiç beklenmedik anda bir şey yapıyorsun, durduk yere, öyle özel bir neden ile değil, niçin yaptığını kendin bile bilmeden, bir çiçek alıp geliyorsun eve, o çılgın frezyaları, işte o an seni içime sığdıramıyorum. Sonra, hayat yetmezmiş gibi, o melun hastalığa yakalandığımda, dayanacak sağlam bir duvar gibi durdun arkamda. Duygusuz görünsen de hep sorumluluk sahibiydin. Ama bu değil, en çok beni etkileyen neydi biliyor musun canişkom?  Ameliyat, kemoterapi, radyoterapi derken, inan kanser değil o güzelim saçlarımın dökülmesi koymuştu en çok bana. Aynayı fırlatıp atmıştım duvara. Cam kırıkları ile dolmuştu hayatım. Bir sonraki gün ziyaretime geldiğinde, başında siyah bir bere, elinde frezyalar vardı. Diz çöktün yanımda. Çiçekleri bana uzattın. Sonra bereni çıkartın. Birbiri ile bakışımlı, kum tanesi kadar saç dipleriyle kel ve yaralı iki başın buluşması. Aşkın avutucu güzelliği. Biliyor musun o an sana dair olumsuz tüm duygularımı unuttum, affettim seni.”

      “… “

      Sanki biriniz acılara katlanıyor ve göğüs geriyordu, diğeriniz içinde biriktirip vicdan azapları içinde tükeniyordu. Aslında çok bilinen bir hikâyenin negatif filmiydi yaşadığınız. Bunun nedeni delifişek, havada asılı kalmak için, sinek kuşları kadar hızlı ve sürekli kanat çırpıp, tez canlı, savaşçı ve tutkulu olmandı.

      Umut nedir ki? Savaşma gücü ve cesaretini taşımaktan başka…

      O Ege kasabasındaki, bahçeli ve üç katlı eve taşınmıştınız. Emekli kasabasında, emekliler gibi. Hayatınız da düzene girmişti, yolun sonuna az kalsa bile. Sorumluluklar azalmıştı; bahçedeki çiçekleri, ağaçları, kedileri ve köpekleri saymazsan… Kanser bir var bir yok melunluğunu yapmaya devam etse de o savaşıyordu. En iyi bildiğindi savaşmak ve direnmek.

     “Canişkom, bak portakal arabanın altında kalıp, arka ayakları felç olsa da nasıl bahçede inatla yaşama tutunuyor. Aynı ben gibi. Ama ben daha çok kendimi şu kesilen dut ağacına benzetiyorum. Kökü kurusun diye baltalarla yaraladılar, tuzruhu döktüler. Ama bak yeni sürgünler verdi bile. “

     “…”

     Bu topraklarda hüzün bitmez. Acı ve ölüm. Yas da.

     Çevredeki hazine arazilerine göz diken rantiyeler, acımasızca yangın çıkarmıştı ormanda. Yangın, sıcak hava ve artan rüzgâr ile büyümüş, evlerin kapısına kadar gelmişti. O öfkeyle yangın çıkaranlara küfürler ederek var gücüyle alevleri söndürmeye çalışıyordu. Tüm komşular, hepiniz elinden geleni yapmaya çalışıyordunuz. Zaten ülke de dünya da bir yangın yeriydi. Yangın sonunda birçok ağacı ve hayvanları yok ederek kontrol altına alındı. Bahçenin duvarını alevler yalazlamış ve kapkara yapmıştı. Duvar bitişik zeytin ağaçların birçok dalı yanmış kavrulmuştu. O, ağaçların yanında diz çöküp hüngür hüngür ağlamıştı. Sen onun göz yaşlarına dokunamaya çalıştın.

     Oysa göz yaşlarına dokunulmaz. Çünkü aynalara tutsak suretlersiniz; gözyaşlarına dokunduğun an, zaman yitti ve suretlerinizi yitirdiniz, ayna kırıldı.

     O yarısı yanmış zeytin ağacının yanında diz çökmüş ağlıyorsunuz. Suretiniz binlerce suretle birleşmiş sessizce ölüyorsunuz... Ve ölümlü şekillerin sonuncusu oluyor suretiniz.

     Vızıltı. Vız…vızz…vızzzzz.

     Günün en güzel saatleri; uyumak ya da yeni bir güne başlamak için. Yangın sonrası aylarca o yanık et kokusu gibi ağaçlar is koktu, camları bile açamadık günlerce. Ama doğa yeniliyor kendini usulca. İçeriye gün ışığı ile birlikte, balkona kadar dallarını uzatmış hanımelinin derin ve dokunaklı kokusu doluyor. Yanık kokusundan eser yok. Yanmış zeytin ağacın kurtulan dallarında zeytin çiçekleri bile açmış. Gözlerini iyice açıyorsun. Tavana dikip dikkat kesiliyorsun. Hiçbir ses yok. Şu sinek kuşu vızıltısından başka.

      O hala üst katta uyuyor besbelli diye düşünüyorsun. Oda tümüyle ışık, koku ve sinek kuşunun vızıltısı ile doluyor.

      Vızıltı. Vız…vızz…vızzzzz.

      Oysa burada sinek kuşları yaşamaz.

      Kalkmalı.

      “Günaydın!”

 

MERAKLISI İÇİN METİNLERARASI OKUMALAR

Sinek Kuşları; Sinek kuşlarının en çok tasvir edilen sembollerinden biri sadeliktir. Sinek kuşları genellikle çevrelerinden rahatsız olmayan kaygısız kuşlardır. Bu nedenle edebiyatta sinek kuşları hiçbir zaman olumsuz semboller olarak gösterilmezler. Genellikle devamlılığın veya sonsuzluğun temsilcisi olarak yazılır veya gösterilirler. Sinek kuşu kelimesi 'vızıldayan' kuş anlamına gelir.

Sinek kuşları, sağlık ve azmin sembolüdür. Umut yayan, ruhsal rehber olup iç dünyamıza haberler taşırlar. Mistik yanlarından öte güzellik, mutluluk, şans ve aşk ile de ilişkilendirilirler.

https://literarydevices.net/hummingbird-symbolism/

Rebecca Solnit (d. 1961), Amerikalı bir yazar ve aktivisttir. Feminizm , çevre, siyaset, mekân ve sanat gibi çeşitli konularda yazılar yazmıştır. Solnit, 2004 Ulusal Kitap Eleştirmenleri Birliği Eleştiri Ödülü'nü kazanan River of Shadows ; 2009'da yayınlanan ve toplumun felaketlere verdiği tepkileri anlatan A Paradise Built in Hell ; 2013'te yayınlanan geniş kapsamlı anı kitabı The Faraway Nearby ve ilk kez 2014'te yayınlanan feminizm ve kadın yazarlığı üzerine denemelerden oluşan Men Explain Things to Me de dahil olmak üzere on yedi kitabın yazarıdır. Buradaki metin “Karanlıktaki Umut” kitabından alınmıştır.

https://en.wikipedia.org/wiki/Rebecca_Solnit

Aristofenis’in Mit’i: Platon'un Şölen'inin [Ziyafet] öncülü, ziyafetteki her davetlinin aşkı öven bir konuşma yapmasıdır. Ancak Aristofanes, konuşmasını aşkın kökenleri hakkında bir mit biçiminde sunmayı tercih eder. Bu, Sokrates öncesi filozof Empedokles'in kozmogonisinin unsurlarına dayanıyor gibi görünen ünlü Aristofanes Mit'idir. Aristofanes Mit'inin önemi, aşkın varoluşsal ve kurtarıcı olduğu yönündeki modern, romantik anlayışın gelişimine katkıda bulunmasıdır. Efsane şöyledir: Başlangıçta üç tür insan vardı: Güneşten gelen erkek, topraktan gelen kadın ve aydan gelen hermafrodit. Bu ilk insanlar tamamen yuvarlaktı, her biri dört kol ve dört bacaklıydı, başlarının zıt taraflarında iki özdeş yüzleri, dört kulakları ve diğer her şeyleri birbirine uyuyordu. Hem ileri hem geri yürüyor, sekiz uzuvları üzerinde taklalar atarak koşuyor, tıpkı ebeveynleri gezegenler gibi daireler çiziyorlardı. Çünkü vahşi, asi ve göklere tırmanmakla tehdit eden yaratıklardı. Tanrıların babası Zeus, her birini 'turşu yapmak için ikiye bölünen bir elma gibi' ortadan ikiye böldü; hatta onları tek ayak üzerinde zıplatabilmek için aynı şeyi tekrar yapacağını bile söyledi. Işık ve aydınlanma tanrısı Apollon, yaralarına doğru dönmeleri için başlarını çevirdi, yarayı örtmek için derilerini gerdi ve göbek deliğinden bir kese gibi bağladı. Cezalarını hatırlamaları için karın olarak bilinen yerde birkaç kırışıklık bırakmayı da ihmal etmedi. Ondan sonra insanlar her yerde eşlerini aradılar. Sonunda bulduklarında ise, ona o kadar sıkı ve aralıksız sarıldılar ki açlık ve ihmalden ölmeye başladılar. Onlara acıyan Zeus, daha önce androjen olanların üreyebilmesi, daha önce erkek olanların ise tatmin olup daha yüce şeylere geçebilmesi için cinsel organlarını öne aldı. Başkalarına duyduğumuz arzunun kökeni budur: Karşı cinsten bireyleri arzulayan bizler eskiden hermafrodittik, erkekleri arzulayan erkekler erkek, kadınları arzulayan kadınlar ise dişiydi. Diğer yarımızı bulduğumuzda, salt şehvetle değil, yeniden bütün olma, orijinal doğamıza geri dönme ihtiyacıyla açıklanamayacak bir 'aşk, dostluk ve yakınlık şaşkınlığına' kapılırız. En büyük dileğimiz, eğer mümkün olsaydı, ateş tanrısı Hephaestus'un bizi birbirimizde eritmesi ve böylece ruhlarımızın bir olup ortak bir kaderi paylaşması olurdu.

https://neelburton.com/2024/09/25/platonic-myths-the-myth-of-aristophanes/

J.Rigaud :"bazen elimi yüzüme götürdüğümde bir burun, bir göz ve bir ağız bulamamaktan korkuyorum.”

https://eksisozluk.com/jacques-rigaut--1207754?p=1

"Takmak; Takmak, Uşak ilinin Eşme ilçesine bağlı bir köydür. Eski bir Yörük köyü olup, kilimleri çok meşhur ve kıymetlidir. Özellikle Altınbaş denilen kilim yöreye özgü ve zengin motifler içerir. Yazıda bu motifler tarif ediliyor.

https://www.kulturportali.gov.tr/turkiye/usak/nealinir/esme-kilimleri

C.Fuantes-Artemio Cruz’un ölümü; “Çünkü anı; doyuma ulaşmış istek demektir."

https://eksisozluk.com/la-muerte-de-artemio-cruz--1513243

 İndila-Aşk hikayesi şarkı Fransızca ; “L'âme en peine /Il vit mais parle à peine/ Il attend devant cette photo d'antan”

https://lyricstranslate.com/tr/love-story-ask-hikayesi.html-1

 2001 Türkiye ekonomik krizi ya da Kara ÇarşambaTürkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden biridir. Millî Güvenlik Kurulu toplantısında cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile başbakan Bülent Ecevit arasındaki siyasi kriz bir anda tüm ülkeyi etkisi altına alan ekonomik bir krize dönüşmüştür.

https://tr.wikipedia.org/wiki/T%C3%BCrkiye%27de_ekonomik_krizler

Lauren Berlant'ın Zalim İyimserlik kitabındaki (Cruel Optimism, 2011), tezini kabaca özetlersek... Arzu nesnelerimizle içkin olarak iyimser bir ilişki kurarız. Sımsıkı bağlanmış olmamızdan ötürü, o nesneler bizi yaralasa, üzerimizde tahripkâr bir etki yaratsa bile, onları kaybetmek hayatın anlamını kaybetmek anlamına geleceğinden, iyimser fanteziler devreye girer.  Hayatımızı sürdürmek için, bunlar birazda, -bir derece-, elzemdir. Fakat işte, iyimserliğin tahripkârlığı çoğalttığı, süreğen kıldığı bir derece, bir düzey vardır, onun farkında olmak gerekir.

https://birikimdergisi.com/haftalik/11226/zalim-iyimserlik

Arzu Mev’ud; Yahudi inancına göre Allah’ın Hz. İbrâhim’e ve onun soyundan gelenlere vermeyi vaad ettiği yer için kullanılan terim

https://islamansiklopedisi.org.tr/arz-i-mevud

Barış İçin Akademisyenler bildirisi veya "Bu Suça Ortak Olmayacağız" bildirisi, Türkiye'de 2015-16'da Türkiye-PKK çatışmasının bir parçası olarak gerçekleşen çatışma ve operasyonlar sırasındaki sokağa çıkma yasaklarının ve şiddetin sona ermesi için çağrı yapan bir bildiridir. 11 Ocak 2016'da 1128 akademisyenin imzasıyla yayımlandı. Takip eden hafta içerisinde imzacı akademisyenlere destek olmak amacıyla gelen yeni imzalarla birlikte bildirinin nihai imzacı sayısı 2212'ye ulaşmıştır.

Aralarında Esra MunganAhmet İnselAyşe Gül AltınayKoray ÇalışkanNazan ÜstündağGençay GürsoyMehmet Efe CamanMurat PakerNoam ChomskyDavid HarveyÉtienne BalibarJudith Butler ve Immanuel Wallerstein'in de yer aldığı akademisyenler, "bir an önce çözüm" çağrısı yapan bildiri metnini Türkçe ve Kürtçe olmak üzere iki dilde hazırlandı. Bildiri yayımlandıktan sonra 64. Türkiye Hükûmeti başta olmak üzere siyasi otoritelerin ve hükûmet destekçisi medyanın sert eleştirilerine maruz kaldı. İmzacı akademisyenlerin birçoğu hakkında adli soruşturma başlatılarak işlerine son verildi ve üç imzacı akademisyen tutuklandı. Daha sonradan çok sayıda imzacı, darbe sonrası tasfiyelerine dahil edilerek akademiden ihraç edildi.

Barış İçin Akademisyenler inisiyatifi, 2016 yılında Aachen Barış Ödülü'ne layık görüldü.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Bar%C4%B1%C5%9F_%C4%B0%C3%A7in_Akademisyenler_bildirisi

Pinter veya sepet, balık ve diğer su ürünlerinin avlanmasında veya yakalanmasında kullanılan kasnak ve ağlardan yapılmış tuzaklardır. Pinterler genelde nehir, dere, sazlık, göl ve drenaj kanallarında kullanılır.

https://tr.wikipedia.org/wiki/Pinter