Ahmet Müfid Okbay
DÜŞ SANDIĞINDAKİ CARMİLLA

DÜŞ SANDIĞINDAKİ CARMİLLA

 

DÜŞ SANDIĞINDAKİ CARMİLLA

 

 "Akraba mıyız?" diye sorardım eskiden; "bütün bunlarla ne demek istiyorsun? Belki sana sevdiğin birini hatırlatıyorum; ama yapmamalısın, nefret ediyorum; seni tanımıyorum- böyle bakıp böyle konuştuğunda kendimi tanımıyorum."

Sheridan Le Fanu

“Duygularımız için hayatımızı riske atıyoruz, ama yine de gerçek benliğimizi bulacağız...”

 Zahra Seddighi

 

Zamanın unuttuğu bir sır gibi, sisler içinde kaybolmuş İmera Manastırı’na uzun ve zorlu bir yolculukla vardım. Buraya gitmem gerekiyor muydu? Yoksa bir ırmağın akıntısına kapılıp mı gelmiştim? Ne arıyordum burada? Neyden kaçıyordum? Bilmiyordum.

Tur otobüsünden telaşla indiler gezginler; gün batımının ışığını kaçırmak istemiyorlardı. Rehberin komutları havada uçuşurken, ben başımı pencereye yaslamış, kımıldamadan, taş kilisenin yarı yıkık çatısına boş gözlerle bakıyordum.

-Rohsanak! İniyoruz, haydi!

Bir emir gibi yankılandı kulağımda adım. İrkildim. Ayağa kalktım. Bir asker gibi hazırlandım: çantamı sırtlandım, fotoğraf makinemi omzuma astım. Kalkarken kucağımdaki kitap yere düştü.

Carmilla.

Kapaktaki o çocuksu ama ürkütücü yüz... Elleri arasında sıktığı mendilden damlayan kan damlaları... Kitap, koridorda yankılanan sessiz bir çığlık gibiydi. Eğilip aldım, kimse görmeden çantama geri yerleştirdim.

Sis, annemin yaylada örttüğü yorgan gibi dağların doruklarını sarmış, dünyayı sessiz bir çığlık gibi kaplıyordu. Arada bir çıkan sonbahar güneşi, inatçı ergen bir kız gibi bulutların arasından fırlayıp kızaran yapraklara ve Kromni Vadisi taşlarına düşsel silüetler çiziyordu.

Başımı tekrar cama yasladım. Yarı uyku, yarı düş hâlindeydim. Sanki bir masalın içinde kaybolmuş gibiydim. Başımı ve omzumu kısmen örten Trabzon Keşanı, klimanın keskin soğuğundan bir nebzede olsun koruyordu beni. Saçlarımı tam örtmese de kırmızı desenleri saçlarımın rengi ile uyum içindeydi.

Aslında saçlarım kömür karasıydı. Ama ben onları kırmızıya boyamıştım. O ardımda bıraktığım kadın için... Cesur, kararlı, kan kırmızı saçları olan Efruz için. Yüzünün güzelliğini hiçbir çarşaf, hiçbir peçe gizleyememişti.

Her gözümü kapattığımda, o akşamüstünü hatırlamaktan kendimi alamıyorum. Efruz ile Tahran’da Lelah Parkında havuz başında bir bankta oturuyorduk. Akasya salkımları dallarını ve çiçeklerini suya uzatmıştı. Ortalık diğer günlere göre çok sakindi. Alacakaranlıkta akasya çiçeklerin beyazı ile havuzun mavisi yansımalar oluşturuyordu, sudaki aksimize karışıyordu. Suya eğilmiş, birbirimizin gözlerine bakıp sebepsiz gülümsüyorduk. Çılgın Efruz, akasya çiçeklerini koparıp bana uzattı, gülüşerek bir yemiş gibi yedik onları. O güzel sesiyle, “Baraye” baladını söylemeye başladı. Ben de ona eşlik ederek dans etmeye başladık.

“Sokaklarda dans edebilmek için/öpüşürken korktuğumuz için/kız kardeşim için, kız kardeşin için/ kız kardeşlerimiz için/çürümüş zihinleri değiştirmek için… erkekler, memleket, refah için/erkek olmak isteyen o kız için/ kadınlar, hayat ve özgürlük için/özgürlük için/özgürlük için/özgürlük için…”Formun Altı

Sonra ansızın, Efruz, dans ederken başörtüsünü çıkarıp kenara attı. Ben de tereddütsüz aynısını yaptım. Sanki özgür ve başka bir dünyadaydık. Efruz, bana doğru uzanıp, dudağım yakın bir yerden yanağımı öptü. Sımsıcak nefesi yüzümü bir alaza gibi yaktı. Akasya salkımlarının gelini olmuştuk.

Ansız bir çift el, Efruz’un uzun kızıl saçları ile benim kömür karası saçlarımı kavradı, hızla canımızı acıtarak çekti. Kırmızı ve siyah saç telleri havada uçuşup, gülistanda birbirine karıştı. Ahlak polisi ikimiz de başımızı açtığımız ve ahlakı bozduğumuz gerekçesi ile göz altına aldı.

Mollaların onu örselediği ve saçlarını barbarca kazıdığı anı anımsıyorum; Hakaretler, tacizler; sen bir fahişesin! Gençleri yoldan çıkarıyorsun! Dinsiz ve şeytana hizmet ediyorsun!”

Tıraş makinesinin acımasız sesi… Kırbaçların acımasız şakırtısı ve açtığı derin yaraları…

Efruz’un gözlerindeki öfke ve onuru bir mermi gibi taşıyan göz yaşları… kırık kalbi!

O an, dokunulmaz ve çaresiz. Kendi bedenimde, onun utancını ve yalnızlığını taşıdım. O an, dokunulmaz ve bedbaht. Örümcekler dolaşırken bedenimde; “Ak bir gülüm ben” diye sayıklıyordum. Ben acımı unutmuştum. Yaram, habersiz içimde büyüyor, Efruz'un acısı yüreğimi dağlıyordu.

Hatırlı akrabalarımın yardımı ile kurtuldum aynı kaderden. Özgür bırakıldım. Kaderime tutsak...

Ama Efruz orada kaldı. Eski dosyaları polis karıştırdıkça, Mehsa Emini’nin ölümünün protesto edildiği eylemlerde Efruz’un "kadın, yaşam, özgürlük" ve "diktatöre ölüm" diye sloganlar attığı kayıtlara ulaştılar. Sosyal medyada 6Rang üyesi olması da cabasıydı. Polis dosyaları mahkemeye iletirken, Efruz tutuklanıp Evin Cezaevine gönderildi. Sonra onu “Dünyada Yolsuzluk “suçlamasıyla idamla yargılamaya başladılar.

Ben çaresizce onunla ilgili gelişmeleri izliyordum dışarda, özgür ama mutsuz. Kalbimdeki parıltı onulmaz biçimde soldu ve söndü. O günden sonra, saçlarımı kırmızıya boyadım. Çarşafımın altında görülmeyen uzun kara yüzüme yabancı bir kan kırmızıya. Hafızamda taşıdığım bu yangını unutmamak için. Saçlarımı kurtardım ama kalbimi söküp çıkardılar zalimce.

Carmilla’yı da bu yüzden yanımda taşıyordum. Onun sessiz karanlığı, kaçtığım gölgelere, sahip olamadığım cesarete fısıldıyor, parmakların ucu ile dokunuyordu. Carmilla ve Efruz. Korkuyla aşkın birbiriyle buluştuğu bir isyan.

İmera Manastırı’na bu duygularla gelmiştim. Belki bir şeyleri hatırlamak, belki unutmak için.

Ama biliyordum: Her sis dağıldığında, içimdeki karanlık yeniden konuşmaya başlayacaktı.

Ay Carmilla! Efruz diye…

İmera Manastırı'nın taş duvarları, geçmişin suskunluğuyla örülmüş gibiydi. Giriş kapısının üzerindeki taş kabartmalarda, rüzgârın binlerce yıl boyunca taşı sıyırarak oluşturduğu izler, bir zamanlar burada yaşamış ruhların sessiz dualarına benziyordu. Kapıya elimi uzattım. Soğuktu. Nemliydi. Ve ürpertici bir şekilde tanıdık...

— “Merkeze bağlı Olucak köyü sınırları içinde yer alan, gotik mimarisi, giriş kapısının doğuda yer alması ve yapımında kullanılan aydınlatma tekniği gibi özellikleriyle Doğu Karadeniz'in önemli inanç yapıları arasında gösterilen bir Manastırdır İmera.”

Rehberin sesi, çatlak ve kısmen çökmüş çatıya rağmen yankılanıyordu şapelin içinde. Duvarlarda kısmen silinmiş yazılar, belli belirsiz ikonalar... Taşların arasına saklanmış hayaller ve hayaletler…

— “Kaynaklardan yapının 1740 yılında inşa edildiği, çevresinin yüksek duvarlarla korunduğu, ikamet mekânlarının ise 1827 yılında yapıldığı yazılıdır. Üzerindeki kitabeye göre, manastır 1859 yılında Başrahibe Roxane tarafından yenilenmiştir.”

Adımı duymuş gibi irkildim.
Roxane.
Ya da benim ülkem İran’da söylendiği gibi: Rohsanak.

İki yalnız kadın...İki Roxane buluşmuştuk, aramızda yüzyıllar olsa da.

Başrahibe Roxane, taş duvarlardan bana fısıldadı:

“Hayaletler sadece geçmişte yaşamaz.”

Biliyorum, dedim.
“Bazen şu anın içinde, biz fark etmesek de yanımızda yürürler...” diye fısıldayarak taş duvarlara karşılık verdim.

Uzun süren günün ardından, Foster Konağı harabesine yakın, iki katlı eski bir köy evinde kamp kuruldu. Evin bahçesi, sessizce çöken akşamla birlikte renklerini kaybederken, içeriye başka bir zamandan sızmış gibi duran bir sessizlik çöktü.

Köyün muhtarı Adem Emmi ve karısı Havva Bibi,  yaşlarını gizleyen enerjiyle, bitmeyen bir konukseverlikle her şeye koşturuyorlardı. Sofra kurulduğunda bahçeye, Karadeniz’in toprağından gelen tatlar dizildi: siron, evelik dolması, asaude kuymağı, fasulye bulgurlusu... Benim önleyemediğim mide bulantım, bu lezzetli ve sağlıklı yiyecekleri bile tatmamı engellemişti. Gezginler iştahla sofradaki tüm yiyecekleri silip süpürdüler. Akşamı karnı doymuş ve yorgun bedenlerle uğurlayan gezginler, geceyi geçirmek için çadırlarına çekildiler birer birer.

Ben, evin asma katındaki küçük bir odada kalmayı seçtim. Oda, aslında eski bir sandık odasından dönüştürülmüştü. Belki de bu yüzden beni istemsizce çekmişti içine. Sanki özellikle köşede duran o işlemeli tahta sandık beni çağırıyordu.

Köy evi geceleri, derin bir sessizliğe gömülüyordu. Ama bu sessizlik ölüm gibi değildi bu dağlarda; daha çok içe akan bir nehir gibiydi, yavaş, kararlı ve kaçınılmaz. Ahşap döşemelerden ve duvarlardan gelen çıtırtılar bazen kulaklarımı tırmalıyor, bazen de hiç kimsenin seslendirmediği kelimeleri fısıldıyordu.

Oda, havalandırılmasına rağmen küf, nem ve çürüyen ahşabın kokusunu hâlâ taşıyordu. Belki de uykusuzluğum bundandı. Belki de artan mide bulantımdan. Uyanmıştı içimde kıpırdayan o eski korku... Gözüm sürekli sandığa takılıyordu.

Üzerindeki o gotik desenler, melek figürleri, gül motifleri ve tuhaf haç benzeri işaretler...Tahta dişbudaktandı, özenli ve el emeği bir işçiliği vardı. Kapağının üstünde yıllar içinde solmuş kurutulmuş gül ve alıç dalları yerleştirilmişti, sanki oraya unutulmak için değil, beklenmek için konulmuşlardı.

Birkaç küçük tasta darı ve hardal tohumları dikkatimi çekti. Kim, neden böyle bir sandığın üzerine bu tohumları yerleştirmişti?

Yatakta dönüp durdum. Ot yatak rahatsızdı belki ama asıl huzursuz olan içim, bedenim değil ruhumdu. Gözlerim kitap okuyamayacak kadar yorgun, uyuyamayacak kadar inatçıydı.

Kalktım. Pencereye gittim. Gümüş gibi parlayan dolunay, gökyüzünde yalnız ve güçlüydü. Ay ışığında, karşı tepedeki Foster Konağı’nın yıkıntısı hayalet gibi beliriyordu.
Onun biraz ilerisinde ise dipsiz bir uçuruma benzeyen vadi karanlığa gömülüyordu.
Gecenin sessizliğini uzaktan gelen bir puhunun sesi bozdu. Ürperdim.

Pencereyi kapatıp, perdeyi çektim. Yatağın kenarına oturdum. Oda karşımda değilmiş gibi, sandık bütün varlığıyla oradaydı.
Bir gölge gibi değil...
Bir göz gibi bana bakıyordu.

Artık dayanamayacak kadar büyümüştü içimdeki merak.
Ayağa kalktım. Yavaşça sandığa yürüdüm.

Üzerindeki kurumuş dalları usulca kenara almaya çalışırken, bir gül dikeninin elime battığını fark ettim. İnce bir acı. Kanın sıcaklığı parmak ucuma yayıldı. İçgüdüsel parmağımdaki kanı emdim.

Kan...
Tatlıydı.
Ve… tanıdık.

Bu düşünceyle irkildim.

Sandığın kapağını yavaşça açtım. Kaselerdeki darı ve hardal taneleri yere saçıldı.
Çıkan gürültü o kadar tizdi ki, sanki geceyi yırtmıştı. Bir an donup kaldım.
Sanki birisi, ya da bir şey, uyandı.

Sonra yere eğildim, saçılan tohumları toplamaya başladım. "Eskiler, içindeki huzursuz uyanmasın diye tohum koyarlarmış üstüne" Avuçlarımda darı taneleri, bir dua gibi titriyordu. “Bir, iki, üç…on, yirmi, yüz…” Tam o sırada, sandığın kapağını araladığımda, içinden yükselen ağır ve keskin koku genzimi yaktı: Sarımsak kokusuydu bu.
Yabancı, köhne, hatta biraz düşman… ama aynı zamanda tuhaf bir şekilde tanıdık. Fısıltı darı tanelerini saymaya devam ediyordu…

Sanki sandık, çocukluğumda annemin mutfağından değil de bin yıl önce ölmüş birinin ağzından sızmış gibi kokuyordu. Kumaşlara sarılmış bir iki mektup, içi boş bir gümüş madalyon, çatlamış bir ayna, eski işlemeli bir beyaz tül. Bir kadın başörtüsü. Kurumuş güller.

Bezleri açıp mektupları yere saçtım. Bir hırsız gibi suçlu hissettim kendimi. İzinsiz bir eve girmekten çok daha kötüydü yaptığım, izinsiz bir hayatı taciz ediyordum. Ama kendimi alamıyordum. Sanki bir çağrıya kanmıştım.  Bu bir avuç mektup; kararmış, zamanın kelimeleri silmeye çalıştığı zarflar. Bir tanesinin üzerinde tek kelime vardı:

"Carmilla!."

Sonra elimi aynaya uzattım. Soğuktu. Ama yalnızca metalin soğukluğu değil bu, tenime geçen bir bakışın, geçmiş bir zamanın ürpertisiydi. Aynada yansımamı gördüm.
Ama gözlerim… gözlerim bana ait değildi sanki.

Korktum. Telaşla her şeyi eski haline getirmeye çalıştım. Ancak o mektubu yanıma aldım. Yorgun ve bitkin yatağa döndüm. Mektubu açmaya cesaretim yoktu. Yastığımın altına sakladım. Ağır bir uyku çöktü gözlerime… Huzurlu ve mutlu bir gülümse yüzümde derin bir uykuya daldım.

O gece uyurken, Rohasanak rüyasında karlı bir vadi gördü. Vadinin ortasında bir kadın yürüyordu. Elbisesi kan gibi koyu, saçları yoktu. Yanında kendi çocukluğuna benzeyen bir kız çocuğu vardı. Kadın döndü, Rohsanak’a baktı.
Ama ağzı yerine bakışları konuştu.

“Ben hâlâ buradayım… unutmadığın için beni. Bedenlerimiz ayrı olsa da birlikteyiz düşlerimizde hala”

Sonra çocuk ekledi;

“Ben sana tecavüz eden erkeklerin değil, senin kızınım. Hep öyle kalacağım. Sakın terk etme beni.”

Sabah tuhaf bir rüyanın etkisinde uyandım. Rüyamda yine sisin içinde yürüyordum.
Ama bu kez yalnız değildim. Yanımda ince yapılı, uzun saçlı o kadın yürüyordu. Bu kez yanında çocuk yoktu. Kadın, gecenin başındaki rüyadaki kadına benziyordu ama oldukça farklıydı. Bu kez saçları vardı ve kırmızıydı. Efruz gibi kıpkırmızı, ama yüzü ona benzemiyordu. Teninde bir zamanlar canlı olan bir şeyin solgunluğu vardı. Gözleri, gözlerimle aynı yükü taşıyordu, ama Efruz’un sıcaklığı sevecenliği yoktu.

“Kimsin sen?”
“Carmilla…”

 “Neden rüyamdasın, daha birkaç sayfa okudum o hikâyeyi, tanımıyorum bile seni. Ne işin var rüyamda?”

“Sandığın kapağını sen kaldırdın, ben geri dönmedim. Beni sen çağırdın.

Sesi bir ırmak gibiydi. Soğuk ama yaşamdan uzaklaşan… Parmaklarını uzattı.

Saçlarıma dokundu.

            “Neydi senin kederin?”

            “Kaderim aslında…”

            “Off! Haklısın kadınsan kederin de kaderin kadar derin ve aynıdır.”

            “Lanetlendim ben, belki tüm kadınlar kadar! Cadıydım! İblistim! Vampirdim! Tüm kötülüklerin annesiydim. Oysa Lilith kadar saf ve basitti isteğim; Âdem ile eşit olmak! Onun gibi topraktan yaratılmıştım, bir erkeğin kaburga kemiğinden değil. İtaat etmeye zorladılar beni, eşitime… Hayır dedim! Dünyaya kaçtım Âdem gibi yasaklı meyveyi yemeden. Kendi iradem ile. Tanrı ve melekler defalarca cennete geri çağırdı beni. Gitmedim. Lanetlediler beni, çocuklarımı öldürdüler insafsızca. “

            “Ne çok bugüne benziyor hikayen…”

            “Hiç değişmedi ki kadının hikayesi”

            “Carmilla ile ilgin ne? Ya da Efruz ile…”

Gülümsedi

“Carmila benim, sensin, Efruz…Lilith! Kızıl saçta yanan ateş de benim, itaat etmeyi reddeden ilk fısıltı da... Senin boynuna oturan yemin de benim..."

“Hep kaybedecek miyiz cellatlar karşısında?”

“Korkma! Artık hiç yalnız olmayacaksın.”

Sonra dudakları yaklaştı. Boynumda bir ürperti…Uyanmak istedim, ama uyanamadım.
Boynumda bir sıcaklık… acı değil. Daha çok, bir şeyin çözülmesi, bir düğümün…
Ya da bir yemin gibi boğazıma oturmuş geçmişin gevşemesi. Bir ipin darağacında çözülmesi…

Ay Carmilla! Efruz…Lilith!

Sabah boğazımda kırmızı bir izle uyandım. İnce bir çizgi, yok daha çok iki nokta.
Sinek ısırığı diyemezdim. Ama başka ne diyebilirdim ki?

Aynaya baktım.
Gözlerim daha koyuydu. Saçlarım sanki daha derli toplu ve hala kırmızı.
Yüzüm, başka bir yüze benziyordu.

Pencereyi açtım. Foster konağı yıkıntılarına ve uçsuz bucaksız vadiye korkusuzca baktım. Huzurlu ama buruk bir gülümseme yüzümde…Yan sehpada duran kitabı elime aldım.
Kitaptaki yüze, Carmilla’ya kardeşim gibi baktım. Kızıl saçlarımı kısmen örten örtünün başımdan ve omuzlarımdan yere düşmesine izin verdim. Ellerimi karnımın üstünde birleştirdim. Sevgiyle okşadım karnımdaki bebeği. Gülümsedim ve gözlerim, belki darağacından indirilmiş, başındaki çuvalı çıkarınca dimdik celladına bakan Efruz’a, ya da cennetten kaçan isyankar Lilith’e benzedi.

Bedenimi gün ışığı sanki eritiyordu, ama ruhum şimdiye kadar olmadığı kadar özgürdü. Kayınların arasından ıslık çalarak esen rüzgâr ısrarla bir cümleyi tekrarlayarak fısıldıyordu;

"Gökkuşakları Hüküm Sürüyor…"

"Gökkuşakları Hüküm…"

"Gökkuşakları…