
YARAM. YARIM. ANKARA GARINDA DORA MAAR*
- Görüntüleme: 163
Sen gül Dora, bırak seni ağlatan utansın...
— Nurdan Ateş
Ben hırpalanmış bir ilham perisi gibi asılı dururken,
benim mahrem kederim ortalığa dökülmüş…
Picasso, yüzümü onun bozulmamış coğrafyasına geri istiyorum.
— Grace Nichols
- BÖLÜM: BODRUM PAPATYALARI, ŞARAP RENKLİ DENİZ VE QUARTET
07.Ekim.2015
“Bütün yüzleri, ağaçları, evleri çocuk gibi çiziyorsun.”
Sema, Mehmet’in her zamanki — eleştiri mi, küçümseme mi olduğu belirsiz — sözlerine aldırmadı ve tuvalin beyaz sonsuzluğunda kaybolmaya devam etti.
“Picasso bir yerde ‘Rafael gibi resim yapmak dört yılımı, bir çocuk gibi resim yapmaksa bütün ömrümü aldı’ demiş.”
Sema başını tuvalden kaldırıp Ferhat’a gülümsedi. Ferhat gülüşü yüzüne taşıdı, şövalenin önündeki taburede oturan Sema’nın omzuna sevgiyle elini koydu.
“Ooo, Georges Bataille’ın Contre-Attaque — faşizme karşı dayanışma hareketi işbaşında.”
“Şükür, bana da destek veren oldu. Yaşa, var ol Başak!”
Mehmet ve Başak ellerini çakarak dayanışmalarını kutladılar. Sema’nın tüm konsantrasyonu artık bozulmuştu; resme devam etmesi mümkün görünmüyordu. Köpeği Çiko da ciddi bekleyişini bozmuş, deli gibi çevrede koşuşturmaya başlamıştı.
“Masa hazır, hadi gelin artık,” diyerek Başak bir anne edasıyla herkesi kış bahçesine davet etti. Nefis yemek kokularına eşlik eden şarap ve rakı eklenince, bu çağrıya kimse karşı koyamadı. Çiko başta olmak üzere herkes kış bahçesine yöneldi.
“Çiko! Masadan uzak dur!”
“Ferhat! Sen de…”
Sema gülerek Başak’a sarıldı. Mehmet ve Ferhat masaya yerleşirken, kızlar da onlara katıldı. Başak, yemeklerin yanında masayı Bodrum papatyaları dolu küçük vazolarla donatmıştı; masa adeta çiçek açmıştı, bahar sofrasını andırıyordu.
Aynı mimar-mühendislik ofisine ortak dört arkadaş — iki evli çift — hafta sonunun yorgunluğunu Başak ve Ferhat’ın evinde çıkarıyorlardı. Sema “Quartet Mimar-Mühendislik” ofisinin parlak mimarı, Mehmet ve Ferhat aynı okuldan arkadaş inşaat mühendisleri, Başak da Ferhat’ın eşi ve büronun harita mühendisiydi. Turizmle hızla büyüyen bu sahil kasabasında yaptıkları projelerle kalıcı ve başarılı işlere imza atıyorlardı.
Yemek sırasında Mehmet yeni gelen proje tekliflerini heyecanla anlatırken, diğerleri işten çok sohbet ile ilgileniyordu. İlk kadehlerin ardından Ferhat: “Oda, Barış Blokunun Ankara’daki mitingine otobüs kaldıracak. Geniş katılım bekleniyor,” dedi.
“Evet, sivil toplum kuruluşları ve meslek odaları çağrıyı destekliyor,” diye ekledi Sema.
Mehmet, “Vallahi ben çok meşgulüm. Birinin burada kalması lazım. Hem bu şarap rengi deniz bırakılıp Ankara’ya gidilir mi? Ankara’nın nesi güzeldir?”
Hep beraber: “Ankara’dan geri dönmesi!”
Gülüşmeler altında kadehler “Barış’a” diye kaldırıldı.
2. BÖLÜM: BARIŞ! BEKLE BİZİ ANKARA
08-09.Ekim.2015
TMMOB Barış Mitingi otobüsü, çevre ilçe ve illerden meslek odası üyelerini toplayarak- Ankara’ya gitmek için pazar sabahı yola çıktı.
Sema, Ferhat ve Başak otobüse bindiklerinde onları yolcu etmeye gelen Mehmet’i Sema hüzünlü ama sevgi dolu bakışlarla geride bıraktı.
Yeni katılımcılar, otobüste tanıdık- tanımadık tüm meslektaşları tarafından coşku ve sevgiyle karşılandı. Şarkılar, türküler eşliğinde beyaz güvercinli bayrakları sallayarak neşe içinde uzun ve yorucu yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadan vardılar Ankara’ya. Herkes konaklama yerlerine gece olmadan ulaşmıştı.
Yarın odanın Ankara şubesinde mitinge katılmadan önce buluşup, hazırlıkları ve görev bölüşümünü yapacaklardı.
Gece yolun yorgunluğuyla uyku, misafirperver bir ev sahibi gibi kucaklarını açmıştı Barış güvercinlerine.
…
Ankara’nın mevsim normallerine göre soğuk ama güneşli sabahına uyandılar. Geceki yorgunluktan eser kalmamıştı; yerini büyük bir günün parçası olacak olmanın heyecanlı coşkusu almıştı. Başak yine anne edasıyla odaları dolaşıp herkesi kahvaltıya kaldırdı.
“Hadi kalkın bakalım barış güvercinleri, enerjisiz olmaz.”
Sema, “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı, değil mi canım!” dedi.
Ferhat Başak’a sarılıp yanağından öperken, “Süreya demişse doğrudur!” diye ekledi.
“Sema demişse, değil mi?”
Hızla kahkahalar içinde hazırlanıp otelin kahvaltı salonuna indiler. Çaylarını yudumlarken daha çok miting hakkında konuştular. Ferhat telefonundan son haberleri okuyor, katılımın ne kadar yüksek olacağına dair tahminleri paylaşıyordu.
“Türkiye’nin dört bir yanından insanlar geliyor. Bu ses, bu irade duyulmak zorunda.”
Sema sessizce pencereden dışarıyı izliyordu. Sabah güneşi binalara vuruyor, uzun gölgeler yaratıyordu. İçinden, “Bu umudun rengini hangi tuvale sığdırabilirim?” diye geçirdi. Sonra, telefonunda Ankara’daki sergi ve sanat etkinlikleri sitelerini karıştırmaya başladı.
“Aaa, CerModern’de Dora Maar sergisi varmış. Uğrar mıyız?”
Başak gülümsedi. “Bebeğim benim, içindeki sanat sevgisi bu gri puslu Ankara sabahına rağmen rengârenk çiçek açmaya devam ediyor. Elbette uğrarız.”
Ferhat: “Sema, hep sormak istemişimdir, kusura bakma. Mehmet ile senin sanat konusundaki zıt ilişkinizi merak ediyorum. CerModern’deki tren rayları ve sürrealist resimler kadar zıt görünüyorlar bana. Umarım kırmamışımdır seni?”
Başak: “Ferhat, herkes bizim gibi birbirinin kopyası olmak zorunda değil canım, ‘zıtların birliği’ diye bir şey var.”
“Biz kopya mı? Yok canım, abartıyorsun.”
“Dostlarım, öğrencilik yıllarında Mehmet benimle köşe bucak ne kadar sergi, bienal, müze varsa dolaşıp dururdu. Hakkını yemeyelim şimdi.”
Ferhat: “Seni kandırmak için çok çalışmış! Oralarda sanki tek bir sanat eserini, Sema’yı izlemiş!”
Gülüştüler. Son keyif çaylarını içerken mitingden önceki gün yoğun ve keyifli bir Ankara koşuşturmasına hazırdılar.
Merkeze yakın konakladıkları otelden TMMOB’a ulaşmak 10-15 dakika sürüyordu. Akşam yapılacak toplantıya kadar dolu dolu geçirebilecekleri neredeyse tam bir gün vardı. Güven Park’ı geçip Dost Kitabevi’ne uğradılar. Sema resim sanatı, sanat tarihi, boyalar, fırçalar derken kendini kaybetmişti. Ferhat ve Başak onu gülümseyerek takip ediyor, raflardan şiir kitapları, romanlar ya da öyküleri alıp inceleyerek huzur dolu kitabevinin keyfini çıkarıyorlardı. Kitapların ve sanatın içinde kaybolmuş, zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişlerdi. Neredeyse öğle olmuştu.
Ferhat: “Sanırım bir çağrı duyuyorum!”
Başak ve Sema dikkatle ve anlam veremeden baktılar.
“Canlarım, açların ayak sesleri midemde miting yapıyorlar! Zil çalıyor midem, açıktım, açım!”
“Ya Ferhat, doymayı bilmeyen Çiko gibisin.”
“Ay kız, deme; özledim bebeğim Çiko’yu, yalayarak uyandırmasını da kucağıma yatıp uyumasını da.”
“‘Ankara. Ankara. Ey iyi kalpli üvey anne’ doyur ruhumuzu da karnımızı da…”
“Tamam Ferhat, şuradaki piknikçilerde hep beraber bir şeyler atıştıralım da şiirleri kötü emellerine alet etmeyi bırak canım.”
Bu kez Güven Parkı’nı ters yöne geçip Cici Piknik’te döner yemek için yola koyuldular. Bu küçük mekânda kömür ateşinde pişen dönerin tadını geçmişteki Ankara ziyaretlerinden biliyorlardı.
“Her şeyin tadı kaçıyor. Eskiden daha güzeldi buranın döneri.”
Ferhat ağzındaki lokmalara aldırmadan Başak’a laf yetiştirdi: “Ummm. Hâlâ güzel bence. Bir tane daha gömsen ayıp olur mu?”
Sema Ferhat’e gülümseyerek: “Canım sağ ol, Çiko’nun yokluğunu hiç hissettirmiyorsun bana.”
Karınları doymuş, ertesi günkü miting için Kızılay ve Sıhhiye’de önlem alan polis çemberlerinden geçip garın yakınındaki CerModern’e ulaştılar.
3. BÖLÜM: ANKARA GARINDA DORA MAAR
09.10.2015 — aynı gün
Sema, kabına sığmayan bir çocuk gibi heyecanlıydı. Dora Maar sergi afişinin önünde saygı duruşunda bulunur gibi beresini çıkardı, pardösüsünü ilikledi ve birkaç dakika kımıldamadan selfie çekti.
Sonra coşkuyla Ferhat ve Başak’a Dora Maar’ı anlatmaya başladı.
“Dora Maar dendiğinde çoğu kişinin aklına Picasso’nun Ağlayan Kadın’ı gelir; Maar genellikle Picasso’nun modellerinden biri olarak anılır. Oysa Guernica sürecini fotoğraflamış, sürrealist bir fotoğrafçı ve entelektüel bir isimdi — Picasso’nun ilham kaynaklarından biri olarak görülür. Bu nitelikli hali bile Picasso’nun çok eşli yaşantısına son verdirmeye yetmiyordu. Açıkçası Picasso’yu Picasso yapan değişime Maar’ın ilham olduğu birçok eleştirmenin ortak fikri. İlham olmakla kalmıyor, arkadaşı Eluard’la birlikte apolitik Picasso’nun hem İspanya İç Savaşı hem de II. Dünya Savaşı’nda anti-faşist bir tutum alması yönünde onu ikna ediyordu.”
“Aaa, bunu bilmiyordum. Hep Picasso’yu komünist sanıyordum,” dedi Ferhat şaşkınlıkla.
“Sema’cım, heyecanını anlıyorum. Biletleri alıp içeri girelim. Hem gezeriz hem anlatırsın, biz de bilgileniriz,” dedi. Başak
Grup kısa bir kuyruk olan bilet gişesine yöneldi.
Ferhat: “Bu büyük erkek sanatçıların ilişkileri feci. Neruda, Nazım, Cemal Süreya, Ece Ayhan… Taciz, aldatma, şiddet… Hiç anlayamıyorum bunları.”
“Picasso’nun iki sevgilisi intihar etmiş. Dora intihar etmedi ama yıllarca psikiyatrik tedavi görmüş.”
Önlerindeki birkaç kişiden sonra sergi salonuna girdiler. Duvarlarda fotoğraflar, kolajlar, orijinaller ve reprodüksiyonlar vardı; açıklamaları okuyarak gezmeye başladılar.
Sema sesini alçaltarak anlatmaya devam etti.
“Rivayete göre Picasso, ‘Ona ne zaman baksam ağlıyordu’ dediği Dora’yı Ağlayan Kadın’la betimlemiş. Bir diğer görüş ise bu serinin, İspanya’daki savaş ve baskının yansıması olduğu yönünde. 1937’de Guernica yapılırken Maar süreci fotoğrafladı ve Picasso ile teknik paylaşımları oldu. Guernica sürecinde etkili olmakla kalmadı, onu belgeledi.”
Başak: “Tarih, hak ettiği değeri görmemiş pek çok kadınla dolu. Bugün de hâlâ kadınlar ikinci sınıf sayılıyor; yükselmeleri genelde engelleniyor.”
Picasso’nun Guernica’sını fotoğraflayan Dora Maar’ın göründüğü siyah-beyaz reprodüksiyonun önünde durdular. Sema, kalabalığın içinde yalnızlaşmış gibi tabloya bakıyordu.
“Bir tablo insanın içine bomba gibi düşebilir mi?” diye sordu, sesi neredeyse bir dua kadar sessizdi. Bu sözün yarattığı etki Guernica’nın görüntüsüyle içlerine işlendi.
Nazilerin İspanya’yı bombaladığı gün... Boğa, at, kadın, çocuk — hepsi paramparça. Çığlıklar sessiz fırça darbelerine dönüşmüştü. Güvercinler küller saçarak göğe yükseliyor, tepede bir ampul gerçeği acımasızca aydınlatıyordu.
Bir süre konuşmadılar. Guernica’nın önünde durmuş, adeta dillerini yutmuş gibiydiler.
Ağır adımlarla serginin bir başka köşesine ilerlediler. Sessizlik yeni bir tablonun önünde bozuldu: Picasso’nun The Conversation (Konuşma) adlı tablosu.
Başak eğilip açıklamayı okudu: “İki figür; birbirlerine dönükler ama aralarında görünmeyen bir mesafe var.”
Sema içinden düşündü: Aynı dili konuşan ama birbirini duyamayan insanlar gibi...
Ferhat bakışlarını Sema’dan kaçırarak, “Bazen konuşmak da bir sessizlik biçimi,” dedi.
Sema yanıt vermedi. Gözleri acı içinde kendi kendine konuşuyordu. Sonra, sesi neredeyse zincirlenmiş bir öfkeyle: “Şimdi sinirlerinize hâkim olun. Picasso kimi zaman gündüzleri ziyaret ettiği kızı Maya’nın annesi Marie-Thérèse Walter ile gecelerini geçirdiği — iki-üç apartman ötesindeki — Dora Maar’ı bu resimde aynı tuvale yerleştirmiş.”
“Pes yani, bu kadarı da olmaz!” dedi Başak. Sema’nın anlattıklarının ağırlığı gerilimi artırdı.
Sema göz ucuyla Ferhat’a baktı ve alaycı bir gülümsemeyle, “‘Bir gönülde iki sevda olamaz... / yalan / olabilir.’ mi, Ferhatcığım?” dedi.
Ferhat’ın yüzü önce kızardı sonra morardı; buz kesilmiş gibiydi. İki kadın arasında kendini meyve sıkacağında ezilen portakal gibi hissetti. “Yani şey... bu sergilerde dakikalarca bir resme bakmak... anlamıyorum. Bana göre değil. Ben eylem adamıyım. Hareket, coşku, heyecan isterim...”
Sema ve Başak göz göze gelip gülümsediler. Başak Sema’ya sarıldı ve tatlı bir sitemle, “Ferhat, acıkmadan çıkalım bu sergi salonundan, Semacığım,”
“Tamam,” dedi Sema. “Ama hediyeliklerde bir çanta gördüm: ‘Ağlayan Kadın’ baskılı, onu almak istiyorum.”
Başak çantaya dikkat kesildi.
“Üzerinde ne yazıyor?” diye sordu.
Sema fısıldadı: “’Picasso, yüzümü onun bozulmamış coğrafyasına geri istiyorum.’”
Herkes sustu. Hava ağırlaştı. Sonra acı bir tren düdüğü duyuldu. Bütün Ankara’ya bir çığlık gibi yayıldı.
...
Akşam TMMOB merkez şubesinde herkes inançlı, ateşli ve kararlı görünüyordu. Pankartlar, dövizler ve önlükler tamamdı, organizasyon yarına görev bölümü, yürüyüş planı, her şeyi ile hazırdı. Verimli bir toplantı olmuştu.
Ferhat, Başak ve Sema yorgun ama mutlu gece otellerine döndüler. Dora Maar'ı Ankara Garının sessizliğine bırakarak...
- BÖLÜM: GUERNİCA’NIN TAM ORTASINDA
10.10.2015
Ankara Garı’nın önündeki meydan bir insan seline dönüşmüştü. Her yerden sloganlar, türküler, halay sesleri yükseliyordu. Farklı illerden gelen insanlar, pankartlar rengârenk bir orman gibiydi. Sema, Ferhat ve Başak meslek odalarının kortejinde omuz omuza duruyorlardı. Başak’ın yüzünde yorgun ama mutlu bir gülümseme, Ferhat’ın yumruğu sloganlara eşlik ederek havadaydı. Sema, elindeki beyaz güvercinli bayrağı sallarken etrafındaki yüzlere bakıyordu. Genç, yaşlı, çocuk… Hepsinin gözlerinde aynı ışık vardı: barışa olan inanç.
Ferhat’ın omzuna bir el dokundu — dokunuş biraz sertti.
“Faik! Lise mezuniyetinden beri görüşmedik. Nasılsın? Ne yapıyorsun arkadaşım?”
Sanki dün ayrılmış gibiydiler; sarıldılar. Faik ile yolları üniversite seçimleriyle ayrılmıştı. Ferhat ODTÜ İnşaat Mühendisliği Fakültesi’nin yolunu tutarken Faik İstanbul’da Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’ni seçmişti.
“Eee doktorum! Dünya ne küçük! Bak, buluştuk yine. Ha, eşim Başak ve arkadaşımız Sema. Liseden sınıf arkadaşım Faik, kızlar. Çok çalışkandı, bilesiniz.”
Sıcak tanışma faslından sonra Ferhat: “Biz şu köşedeki kafede Faik ile hasret giderelim biraz. Zaten alana girmek için çok zaman var, ben sizi oda pankartının altında bulurum.”
Ferhat ve Faik hararetli bir konuşmaya girerek kalabalıktan uzaklaşıp yolun yakınındaki bir kafeye gittiler.
Başak: “Ben halaya katılmak istiyorum.”
Sözüne yanıt almadan koşar adımlarla halay çeken gruba katılıp müziğin ve dansın ritmine kendini bıraktı.
Sema fotoğraf makinesini kılıfından çıkarıp alandaki insanları, özellikle Başak’ın halay çekerken çektiği anları kaydetmeye başladı.
Coşku, mutluluk ve barış her yerdeydi.
10:04
Klik! Deklanşörün sesi. Başak’ın halayda dönen eteği, yüzündeki o yorgun ama her şeye değen gülümseme — tam o an, o saniyenin binde birinde dondu. Bir kare daha. Rengârenk pankartlar, havada sallanan beyaz güvercinler, bir çocuğun babasının omuzlarındaki anlık sevinci. Klik. Klik. Bu umudun rengini hangi tuvale sığdırabilirim… bu coşkunun rengi. Bütün renkler. Davulun ritmi. Kalbim. Bedenim. Ayaklarım. Beynim.
GÜM. GÜM. GÜM.
Sloganların uğultusuyla birleşiyor.
Barış. Hemen. Şimdi.
Bir an. Ansız. Sesler.
Değişen davulun ritmi. Havada asılı kalan… Deklanşöre basacakken parmağım donuyor.
GÜM.
Bu davul değil. Bu gök gürültüsü hiç değil. Bu…
Bu bir yırtılma. Musa’nın asasını yere vurmasıyla denizlerin ortadan ikiye ayrılması. Ses değil bu, basınç.
Göğüs kafesime oturan bir ARMADİLLO.
Ciğerlerimdeki bütün havayı dışarı emen bir vakum. Gözlerim açık mı kapalı mı bilmiyorum. Beyaz. Her yer kör edici bir beyaz. Picasso’nun tepedeki ampulü. Bütün gerçeği aydınlatan… Hayır. Bu aydınlık değil, bu bir yok oluş.
Yüzümdeki yangı büyüyor. Sanki asit dökülmüş. Ya da kızgın bir demirle dağlanmış. Ama tümü değil. Sol yanım. Gözüm, sol gözüm matlaşıyor; ışık sönüyor.
Dora Maar kan içinde yanımda yatıyor. İçinde cüzdanım, telefonum, saç fırçam.
Fotoğraf makinesinin kırık vizöründe Başak’ın son gülüşü var.
Sonra sessizlik. O mutlak, sağır edici, her sesten daha gürültülü sessizlik. Kulağımda ince bir çınlama, bir tren düdüğü gibi — hiç susmayan o acı tren düdüğü. CerModern’deki…
Açık mı gözlerim?
Neden her şey siyah ve beyaz? Bir resmin içindeyim. Yanlış bir resim. Havası çekilmiş, renkleri akmış bir fotoğraf banyosu. Genzimi yakan o koku ne? Barut. Yanık et. Demir. Sıcak, yapışkan, metalik bir tat dilimde. Kan mı bu? Benim mi? Yüzüm.
Yerdeyim.
Neden yerdeyim?
Başak halaydaydı. O an. Klik. O kare. Gülüyordu. Nerede o gülüş? Etrafımda koşan gölgeler. Ama sesleri yok. Sessiz bir film. Sadece o tiz çınlama— hiç susmayan o acı tren düdüğü.
Yanağımda bir ıslaklık. Yağmur mu? Güneş vardı. Gökyüzü Ankara’ya inat masmaviydi.
Bu ıslaklık sümüksü. Bir pankart parçası yanmış; BARIŞ yazısının sadece A ve Ş harfleri kalmış. Aş… Açım mı demişti Ferhat? Ne kadar komik.
Ayağa kalkmalıyım.
Vücudum dinlemiyor. Bir el görüyorum. Sadece bir el. Benden uzakta. Avucunda sıkılı bir mendil. Benim değil. Dora’nın da değil.
Yanımda siyah-beyaz ölü bir köpek yatıyor. Çiko? İyi ki onu yanıma almamışım.
Kadın, erkek, çocuk, köpek… Boğa ve at yok.
Guernica.
Aklıma neden Guernica geliyor şimdi? Picasso haklıymış. Acı böyle çizilirmiş. Çizilebilir mi?
Paramparça. Evet at başları yok burada. Boğalar da… İnsanlar. Omuzunda çocuk olan adam. Çatlak vizörde Başak’ın eteği. Ferhat’in slogan atan yumruğu. Faik. “Dünya ne küçük” demişti Ferhat. Dünya ne küçük. Şimdi enkaz altında.
Ferhat dönmüş müydü geriye acaba?
Ferhat.
FERHAAAAT…
Uğultu geri geliyor. Sessizlik yırtılıyor. Ama gelen sesler müzik değil, slogan değil. Bir çığlık. Binlerce çığlığın birleşip tek, devasa bir acı dalgasına dönüştüğü bir uğultu. Sirenler. Ağlayanlar. Bir isim. Birileri birini çağırıyor.
Benim de bağırmam lazım.
Sesim çıkmıyor. Göğüs kafesimin üstündeki armadillo hâlâ orada. Sanki kabuğunu bana ödünç verdi; nefesimi keserken kalbimi saklayıp korudu.
Ağlayan Kadın. Dora. Yüzüm.
Yüzümün yarısını hissedemiyorum. Kırmızı berem yok başımda. Boğazımı kaplayan altın rengi imitasyon takı tüm parlaklığını yitirmiş, kabarmış ve yanmış. Takının pul pul dökülen kaplaması göğsümdeki simler gibi hâlâ parlıyor belki ama metal gövdesi boynumu dağlamış ve damgalamış. Saçlarım yok olmuş. Kırmızı saçlarım, kül olup uçuşmuştu. Gri. Siyah. Renksiz. Görmüyordum. Yalnızca kesif yanık kokusu var. Konuşmaya çalıştım. Fısıltı gibi;
Başak.
Ha gayret! Sökeceğim o armadillo’nun kabuğunu ciğerimden! O tiz sesi çoğaltacağım.
BAŞAAAK!
Yanıtsız bir çığlık bu.
Bu çığlık benim mi? Evet. Benim. Çünkü boğazım yırtılıyor. Çünkü dünya o an yeniden başlıyor. Siyah ve beyaz. Toz ve kan kokusuyla. Sessizliğin bittiği, çığlığın başladığı yerde.
Guernica’nın tam ortasında
10.04
Tam kahveleri yarılamışlardı ki dışarıdan o uğursuz patlama sesleri geldi. Kafenin camları patlamanın etkisiyle kırıldı, paramparça oldu. İlk şaşkınlıktan sonra Ferhat ve Faik patlama olan alana koştular. Faik mesleğinden dolayı daha soğukkanlı; yaralılara yardım etmeye çalışıyordu. Ferhat ise şaşkınlığını üzerinden atamamış, Faik’i düşünmeksizin takip etmişti. Şimdi bir savaş alanın içine düşmüş bir yabancı gibi etraftaki kan, toz ve yırtık bez parçalarına bakıyordu. Sonra…
“Başak. Başaak!” “Sema. Semaaa!”
Kimse duymuyor, kimse yanıt vermiyordu çağrısına. Bilinçsizce sağa sola koşturuyor, çağrısını yineliyordu.
Erkek, kadın, çocuk, köpek cesetleri ve kırılmış dallar - yanan ağaçlar arasında bir cephede canını kurtarmış ama ruhunu yitirmiş bir asker gibi dolaşıyordu. Benliğinden sıyrılmış, serseri mayın gibi sağa sola çarparak Başak ve Sema ile ayrıldığı noktaya ulaşmaya çalışıyordu.
Ansızın ayağı bir şeye takılıp yere düştü. Ayağına takılan kopmuş bir kadın koluydu. Omzundan ayrılmış kol hâlâ kanıyordu. Renkli Domaise Hint kumaşından elbisenin kopmuş kolu sanki dikişlerinden ayrılarak kolun üzerinde kalmıştı. Bu elbise… bu… bu. Doğum gününde Başak’a aldığı elbisenin aynısının bir parçasıydı. Kolun yanında secdeye kapandı. Gözyaşları içinde kola dokunmaya başladı. Sanki Başak’ın teniydi. Hala sıcak, ama eskisi gibi değil, uzak. İstemsizce kolu okşamaya başladı. Eline kadar indi. Hâlâ kesik kolun ucundaki el titriyordu. Belki Ferhat’ın eliydi titreyen.
Ürkek, korku dolu kesik kolun dördüncü parmağındaki alyansı çıkardı.
İçindeki yazıyı okudu: Ferhat. 05.07.2010.
Sonra kendi parmağındaki yüzüğü çıkardı.
İçindeki yazıyı okudu: Başak. 05.07.2010.
Kesik kola sarılıp şiddetle sarsılarak ağlamaya başladı. Ağlamayı unuturcasına ağladı, sanki içi kurudu ve sustu. Dondu. Kan içindeydi yüzü, elleri… Sanki kalbi…
İki sağlık görevlisi sedye ile Ferhat’ın yanına geldiler. Ferhat’ı sakinleştirmeye çalışarak sedyeye uzanmasını sağladılar. Sonra hızla ambulansa naklettiler.
Ambulansın içinde kesik kolu sıkıca kavramış Ferhat’ı muayene etmeye çalışıyordu doktor.
Kan içindeydi ama yaralı mıydı?
“Bayım! Yaranız var mı?” “Lütfen o kolu bırakın, kontrol etmeliyiz sizi.”
Ferhat sessizce fısıldadı:
“Yaram bedenimde değil…”
- BÖLÜM: YARAM / YARIM
…sonraki hafta
Hastanenin koridorlarında hiç gece olmuyordu; ışık hep öğle vaktini andırıyordu. Saatler, yorulmak bilmez bir floresanın altında birbirine benzer şekilde ilerliyordu. Sema o ışığın altında uyandı. Önce koku geldi: tentürdiyot ve ilaç; sonra uzak bir yerden kesintisiz öten bir tren düdüğü gibi ince bir çınlama. Sol gözünün derinliklerinde karanlık bir odanın kapısı vardı sanki. Dokunmak istedi. Elini yüzüne götürdüğünde hemşire nazik ama keskin bir “Yapmayın” la Sema’yı durdurdu.
Vizitte doktor, sözlerini doğrudan ona değil yanında bekleyenlere aktarıyormuş gibi, cümleleri bir rapora dizermişçesine söyledi: “Sol yüzde 2. ve 3. derece yanıklar. Sol gözde tam görme kaybı. Patlamaya bağlı bilinç bulanıklığı. Hayati tehlike yok. Düzeltme ve rekonstrüksiyonun sınırlarını zaman gösterecek.”
Sema her şeyi o lanet çınlamanın gölgesinde duyuyordu. Yaşayacaktı. Bu nasıl bir yaşamaksa…
Haberi duyan Mehmet apar topar Ankara’ya gelmişti. Önce hastaneye uğradı; Sema ile görüşmesine izin vermiyorlardı. Yoğun bakım gözlem odasının penceresinden, yüzü sargılar içindeki Sema’ya acı içinde baktı. “O güzel yüz… ah!”
Sonra başka bir hastaneye kaldırılan Ferhat’ı ziyaret etti. Ferhat iyi görünüyordu ama yaşadığı şok nedeniyle psikiyatrik destek ve tedavi görüyordu. Mehmet ile karşılaştıklarında sımsıkı sarıldılar.
“Başak için çok üzgünüm. Başımız sağ olsun.”
Bunları söylerken sözcükler boğazına düğümleniyor, kesik kesik ve çok zor çıkıyordu. Ferhat, patlama anında tüm gözyaşlarını alanda dökmüş gibi durmuş, kurumuş çatlamış bir çöle benziyordu. Gözyaşları yoktu ama bakışları ağlıyordu; sesi yitmiş, kalbi bedeninden sökülmüş gibiydi.
“Sema ile görüştürmediler. Ama hayati tehlikesi yokmuş.”
Ferhat’ın gözlerinde ilk kez bir değişim belirdi; sanki belli belirsiz bir parıltı. Ayağa kalkıp Mehmet’e sarıldı. Sonra sesi çatlak, kırılgan ve acı dolu çıktı:
“Sema, canım benim. Oh şükürler olsun!”
Sonra birden Başak’ı hatırladı. Tekrar suskunluğa geri döndü ve yatağa çöktü. Mehmet daha fazla yormamak için ziyareti kısa kesti. Ardından İl Emniyet Müdürlüğü’ne, Sema’nın eşyaları ve Başak’ın cenazesi hakkında bilgi almak üzere hastaneden ayrıldı.
İl Emniyet Müdürlüğü’nde görevli polis mekanik bir sesle fotoğraf makinesine bir süre el koyacaklarını söyledi: “Kayıtları inceleyeceğiz.” İçinde cüzdan ve telefon bulunan —saç fırçası kaybolmuştu— Dora Maar çantasını ise teslim ettiler. Mehmet, kanla lekelenmiş çantaya bakıyordu. Üzerindeki yazı, Sema’nın sargılar içindeki yüzünü aklına getirdikçe dayanılmazdı:
“Picasso, yüzümü onun bozulmamış coğrafyasına geri istiyorum.”
Başak’ın cenazesi için süreç daha karmaşıktı. Polis, Adli Tıp’ın parçalanmış beden parçalarından DNA ve kimlik tespiti yapmasının ardından cenazelerin teslim edileceğini ruhsuz bir tavırla anlattı.
Mehmet, İl Emniyet Müdürlüğü’nden çıkıp taksiye bindi.
“Havaalanına, lütfen.”
Şimdi yapılacak tek şey beklemekti. İçindeki hesap makinesi sükûtu sayılara çeviriyordu: uçuş saati, aktarma, mesai. Ankara’dan geri dönmek onun için birilerinin işini planlamak kadar tanıdık geliyordu.
Havaalanı girişinde, üstü kana bulanmış bez çantayı çöpe atmayı düşündü. Sema’nın Dora Maar hayranlığını hatırladı. Ona benzemek için siyah eldivenleriyle elini masaya koyup kâğıt açacağını parmaklarının arasında dolaştırmaya çalışırken, yaraladığı ellerinin çıkardığı eldiveni salondaki camekânda sakladığını hatırladı… “Bu kanayan çantayı da eldivenlerin yanına camekana mı koysam?” diye düşündü önce. Ama bu çanta, Sema için her görüşte acıyı tazeleyen bir nesneye dönüşecekti. Çantayı çöp kutusuna attı. İçeri girerken bir daha geriye dönüp baktı.
“…yüzümü… geri istiyorum.”
Sözcükler, kan ve tozun içinden zor bela okunuyordu.
- BÖLÜM: ARMADILLO’NUN ZIRHININ ALTINDA
…sonraki aylar
“Zaman tüm yaraların ilacıdır” diye bir klişe vardı. Ferhat bunu acı bir gülümsemeyle kendi kendine tekrar etti. Mantığına göre içinde haklılık payı olan bir önerme idi. Sonra Nazım’ın “…en fazla bir yıl sürer / yirminci asırlarda / ölüm acısı” dizesi geldi aklına. Ama Ankara’nın etkisinden, Başak’ın yokluğundan, Sema’nın ardı ardına geçirdiği ameliyatların acıları anımsamaktan kendini alamıyordu. Üç ay geçmişti ama büroda bir saat bile kalamıyordu. Sık sık Başak’ın mezarının başına gidiyor; mevsim kış olmasına karşın mezarı Bodrum papatyalarıyla donatıyordu. Evde durum daha beterdi. Hiçbir şeye dokunamıyor, eşyaların taşıdığı sevgiye bakıp Başak’ın hayalinden kurtulamıyordu. Geceleri uyku haramdı. Balkondan denizi izleyip karanlığa daldığında sigaraları uç uca ekleyerek sabahlıyordu. Çok kilo vermişti; mutsuzluk her yanına sinmiş, ruhunu ve enerjisini emmiş tüketmişti. Daha fazla dayanamadı; bu kadar işe yaramaz ve bedbaht olmaya tahammülü kalmamıştı. Mehmet’e kararını açıkladı.
“Ben yapamıyorum, Mehmet. Yaşayamıyorum, çalışamıyorum. Yüküm sana da kendime de ağır geliyor.”
“Öyle deme Ferhat, sen benim kardeşim gibisin.”
“Sağ ol. Bir karar verdim. Evi satması için karşı köşedeki emlak ofisindeki Ahmet Amca’ya yetki verdim. Köye, annemle babamın yanına gideceğim. Ofisteki tüm haklarımı sana ve Sema’ya hiçbir karşılık beklemeden bıraktım. Satış olursa benim yerime ilgilenirsin, değil mi?”
“Ferhat, olur mu öyle şey? Bu ofise hepimiz emek verdik. Sana ihtiyacım var. Toparlanır toparlanmaz dönersin buraya. Daha yapacak çok işimiz var. Kendine biraz zaman ver.”
Ferhat Mehmet’le kucaklaştı; sonra Karadeniz’in ücra bir köyünde yaşayan anne babasının yanına doğru yola çıktı.
...
Zaman her şeye iyi gelmiyordu da. Sema evde tüm perdeleri kapatmış, bütün aynaları kaldırmış, saatlerce—günlerce hiçbir şey yapmadan yatağında yatıyordu. Geceler işkenceydi. Aylar geçmesine rağmen gece yarısı çığlıklarla uyanıyor, sabaha dek kâbus görmemek için odanın içinde sigara içerek dolanıyordu. Zavallı enerji topu Çiko bile onu cehenneme dönen mağarasından çıkaramıyordu.
Umutla peş peşe ameliyatlara giriyor, ama sonuçlar onu hiç tatmin etmiyordu. Yitirdiği güzel yüzünün coğrafyasına çok uzak bir yerde tutsak kalan yaralı yüzünü kabullenmiyor; kendine her geçen günü zindan, Mehmet’e ise sürgün hayatı yaşatıyordu. Mehmet’le konuşmaları azalmıştı. Odaları da ayırmışlardı. O sanat ve aşk dolu ev bir hapishaneye dönüşmüştü.
Mehmet sorumluluklarını sadakatle yerine getiriyordu ama her geçen gün Sema’dan uzaklaşıyordu. Artık geç saatlere kadar ofiste kalıyor, eve neredeyse görünmeden girip çıkıyordu. Uzaklık, mesafelerin anlamını yitirip en yakınken en ırak olma hâline dönüşmüştü. Bu uzun sürmedi. Bir gün Mehmet:
“Sema, ben ayrılmak istiyorum. Dayanamıyorum artık. Evden de taşınacağım.”
Sema “artık dayanamıyorum” cümlesine takılıp müstehzi bir gülümseme etti. İçinden “Ya ben nasıl dayanayım?” diye çığlık atamadı. Yalnızca sustu. Sonra:
“Başka biri mi var?”
“…”
Suskunluk bazen yanıt olur. Tartışmaksızın kabullendi.
“Olur, evrakları gönder avukata; imzalarım.”
Ayrıldılar. Kış ortasıydı. Hoşnutsuz bir yaz kasabası yalnızlığı doldu Sema’nın gönlüne. Artık doktorların yeni ameliyat önerilerini de kabul etmiyordu. Resim atölyesinin kapısı sanki bir daha açılmamak üzere kilitlenmişti. Resim yapmayı bırakmıştı. Fırçalar yüreği kadar sertleşmiş, boyalar kurumuş, tuvaller çölün yalnızlığına dönüşmüştü. Bir münzevi gibi yaşamaya başladı. Yalnızca, kimseye görünmemek için günün erken saatlerinde—gün yeni ışırken—ve akşamüstü, gün batmadan az önce Çiko ile sahilde kısa yürüyüşler yapıyordu. Bir bankta oturup uzun uzun denizi seyrediyor, üst üste sigaralar içiyordu. Bu ona biraz da olsa iyi geliyordu. Kış, suyun üstünde camlaşmaya niyetlendiğinde deniz kenarı daha sessiz olurdu. Cam gibi paramparça, armadillo kabuğu kadar sertleşmiş yüreği; suyun akışında yüzünün soluna gölge düşüren yakamozların aydınlatamadığı yalnızlığıyla, aydınlık olduğunda kuytusuna, karanlık olduğunda yıldızlara karışıp yalnızca güzel anılarla barışıyordu. Bu kaçkınlar şehrinin en karanlık misafiri Sema, ruhunu Dora Maar’ın buz parçalarına dönüşen gözyaşlarının yüzüne saplanmasını acıyla kabulleniyor; ıssızlığın ortasında duvara çentik atan bir mahkûm gibi dualar edip gün sayıyordu.
…
Bu kış, kar yürekleri soğutsun diye çok yağmıştı. İlçe merkezine uzun ve zorlu bir yolculuktan sonra ulaşan Ferhat, sabahın ayazıyla uyanmış; karnı uzun zamandır açtı ve ilk kez açlığını hissetmişti. “Oh! Memleket gibisi var mı?” dedi kendi kendine. Otogara yakın bir yerde mıhlama ve köy ekmeğini büyük bir iştahla, bardak bardak taze çay eşliğinde yedi. Sonra otogardan Yeşildere köy minibüsünün kalkış yerini aradı. Hava arsız bir kedi yavrusu gibi yüzünü ısırıyordu. Yaz kasabasından hazırlıksız gelen Ferhat, avuçlarını birbirine ve yüzüne sürerek soğuğa karşı koymaya çalıştı. Öğlene kadar minibüsü bekledi. Şoför, hava yumuşamadan yola çıkmak istemiyordu. Yolda, “Köye kadar ulaşamayabiliriz, yollarda diz boyu kar var,” diye yolcuları uyardı kaptan. Dediği gibi de oldu. Sonrası dik bir yokuşu soğuktan titreyerek—yüzü, kaşları buz tutmuş hâlde—zorlu bir yürüyüşle çıkmaktı. Eve geldiğini haber vermemişti; yaşlı anne ve babası şaşkın ama mutlu karşıladılar onu. Sımsıkı kucakladılar. Sarılmalarında Başak’ın acısını da sarıp sarmalama gücü vardı sanki. Babası İdris, ocağa dışarıdan birkaç odun daha getirip ateşi harladı. Annesi hemen sıcacık bir karalahana çorbası ve mısır ekmeği hazırladı. Ferhat, “Ne çok özlemişim köyü, sizi ve pancar çorbasını,” dedi. Sonra odun ateşinde taze çay eşliğinde hep beraber sustular. Sis dağı, dokunulmaz acıları şefkatle ve sessizce örttü.
Günler Ferhat için suskunluk ve durağanlıkla geçti. Mevsim döndü. Karların arasından ilk çiğdemler, sonra dalları kaplayan erkenci beyaz erik çiçekleri çıktı. Babasıyla bir odun kütüğüne oturup vadiye bakan Ferhat bir sigara yaktı. Bir tane de babasına uzattı. Sessizce dağlardaki karları, vadiyi yeşilin her tonunda kaplayan ağaçları izlediler.
“Uşağım, acını anlıyorum. Ancak hayat devam ediyor. Ağlara yakalan hamsi sürüsünden kalanlar yoluna inatla devam eder; Marmara’ya, Ege’ye, oradan Akdeniz’e, belki de okyanuslara göçer. Yola devam etmezsen, o büyük hayallerin nasıl gerçekleşir?”
Düş kırıklıkları ve inat—ne zor birliktelik. Artık var olmanın mümkün olmadığı bir yolu sevmek, imkânsızlığı. Ferhat bunları babasına söylemedi ama bakışlarında taşıdı.
“Evlat, sen benden çok okudun, bilirsin. Ferhat, dağları önce Şirin için kazmaya başladı. Ama sonra o dağın geçit vermezliğiyle savaşmaya âşık oldu. Bizim kapımız sana sonsuza kadar açık. Ama bir düşün; anan sana neden Ferhat diye adını kulağına fısıldadı? Çünkü senin kara gözlerinde o azmi gördü. İnadına hayata tutunma gücünü bildi.”
“…”
…
Ferhat yazla birlikte daha hayata dönük, daha enerjik oldu. Evin her işine koşturuyor; mühendislik bilgisini de katarak yıkık dökük köy evini ayağa kaldırıyor, güzelleştiriyordu. İnşa ettiği sekiz ayaklı serandere eklediği merdivene anası hem şaşırmış hem de teşekkürlerini eksik etmiyordu. Günler, haftalara; haftalar aylara katıldı.
Yaz her yerde tez geçer. Yaz bitti.
Ekim başında emlakçı Ahmet Amca’dan eve ciddi bir müşteri geldiği haberini aldı. Ahmet telefonda hâlâ satmaya niyeti olup olmadığını, teklif edilen fiyatı makul bulup bulmadığını sordu. Ferhat o eve dönmemeye yemin etmişti. Ahmet’e Mehmet’e vekalet vereceğini, evin satış işini onayladığını söyledi.
Sonra Mehmet’i telefonla aradı. Bir yıldır araya uzun bir suskunluk girmişti; bir kelime bile konuşmamışlardı. Mehmet, Ferhat’ı geri dönmeye ikna etmeye çalıştı ama bu kez ısrarcı değildi. “Elbette evin satışına yardım ederim,” dedi. Sonra:
“Başak’ın ölüm yıldönümü yaklaşıyor. Kasabayı ziyaret etmeyi düşünmüyor musun? Ben de kalırsın…”
“Ben de kalırsın. Ya Sema… Sema ne oldu?”
“…”
Kısa bir andı; saatlerce süren bir sessizlik gibi uzadı.
Mehmet:
“Biz ayrıldık, Ferhat. Artık zorunlu olmadıkça görüşmüyoruz.”
“…”
ÇAT.
Çat.
7.BÖLÜM YENİDEN BAŞLAMAK MÜMKÜNDÜR HAYATA
…bir yıl sonra
Kasabaya bir yabancı gibi dönmüştü Ferhat. Küçük bir sırt çantası, bir buket Bodrum Papatyası. Yarısını yitirmiş, yaralı ve yabancı.
Sabahın erken saatleri. Hava açık. Sokaklarda kediler ve köpeklerden başka kimse yok. Otogardan tepeye doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Kasabanın belki tek tepesi, ağaçlarla; çınarlar, sedirler, çamlar içinde “Asri mezarlık”.
Başak. Toprağın altında, paramparça. Mezarın üstünü sonbaharda çınar yaprakları kaplamış. Aslında bakımlı. Yer yer solmuş olsalar da bodrum papatyaları, mezarın üstünde yer yer tomurcuklanmış, yer yer çiçek açmış.
Ferhat, az ötedeki çeşmeden ibrikle su aldı. Mezarın üstündeki sarı yaprakları elleriyle süpürdü. Sonra, mezar taşlarını yıkayıp temizledi. Solmuş çiçeklerini kopardı ve fideleri suladı. Başak’ın baş ucuna getirdiği çiçek buketini, mermer vazoya yerleştirdi. Derin bir nefes alıp, sanki Başak’ın dizi dibine çökmüş gibi mezarın kenarına oturdu. Sis içine gökyüzüyle denizin buluşma çizgisi bulanık, sanki adaların gökyüzünde yüzer gibi göründüğü ufuğa bakıp, bir sigara yaktı. Aslında bildiği, her sabah evinin balkonundan bakıp şaşakaldığı bir manzaraydı bu, ama sanki ilk kez görüyormuş gibi yadırgadı. Dua etmedi. Ağlamadı. Göz pınarları Ankara’da sonsuza kadar kurumuştu. Suskun, göremediği kuşların melodisini dinledi. Mezar taşını “Başak” diye sevdi, toprağı avuçladı. Başak’ a sorabilse, “Mehmet gibi keşke gitmeseydik mi Ankara’ya” diye. Başak asla kabul etmezdi. “Peki ben ne yapayım şimdi? Nasıl yaşayayım?” diye soruyorum şimdi sana. Başak “yeniden başlamak mümkündür hayata” diye yanıtlıyor fısıldayarak kuş sesleriyle, oysa bir yıldır Ferhat, “bir ölüyü bekliyordu”, “bir ölünün tüm inceliklerini… Zamanın nasıl geçtiğini anlamadı. Güneş, tepe noktasına ulaşmıştı bile. Başak ile vedalaştı. Mezarlıktan çıkıp, yokuş aşağı kasabanın merkezine doğru yürüdü.
Sanırım her kasabada olan, Cumhuriyet caddesi ile Atatürk caddesinin kesiştiği Atatürk heykelini geçip, eski ofislerinin karşısındaki Ahmet Amca’nın ofisine uğradı. Ahmet amca coşku ve sevgiyle kucakladı Ferhat’ı.
“Döndün mü yoksa?”
“Yok, ölüm yıldönümünde Başak’ı ziyaret etmeye geldim.”
“Tekrar başın sağ olsun evlat. Başak’ı kızım kadar severdim. Seni de…”
“Sağ ol.”
“Mehmet halletti değil mi para meselesini?”
“Halletti. Yapmam gereken bir şey var mı diye uğradım, elbette teşekkür etmek, hasret gidermek için de.”
“Yok. Yok. Tek bir eksik yok. Çok güzel bir evdi…
“Alanlar mutlu sağlıklı ve huzurlu yaşasınlar.”
“Mehmet’e uğradın mı?”
Gözünü pencereden ikinci kattaki ofisi görmek için karşıya ve yukarıya çevirdi Ferhat. “QUATRET MİMARLIK-MÜHENDİSLİK-HARİTA” tabelasını fark edemedi.
“Mehmet ofisi başka bir yere mi taşıdı?”
İki çay almak için arka tarafa geçen Ahmet Amca,
“İki tabure al da dükkânın önünde içelim çayları” dedi.
Dükkânın önünde sessiz çay içerken, Ferhat’ın gözü dalgın, ofisin altındaki devasa mağazaya takıldı. Bir yıl önce burası boştu. Hatta burayı araba galerisi yaparlarsa, aman kolonları kesmesinler, yoksa çöker bu bina diye şakalaştıklarını hatırladı. Bir camında devasa bir ekran vardı. Durmadan kasabada yeni yapılacak bir konut projesini tanıtıyor, maket resimlerin, inşaattan reel görüntülerin de döndüğü havalı bir tanıtım -reklam filmini gösteriyordu. Sesleri duymuyordu ama Ferhat, son kısımda Mehmet’in resmini fark etmiş ve çok şaşırmıştı. Biran daldı, geçmişe döndü. Üsteki ofiste, ekranda gösterilen projeye Başak “burası sit alanı…izin veremem…değerlerim satılık değil…çocuklarımız bizi affetmez” gibi ısrarlı ve kuvvetli itirazlar getirmiş, ortaklar da bu projeyi askıya almıştı. Oysa şimdi… Bu, o projeydi… Başak’ın itiraz ettiği, beraberken askıya alınan.
“Çok büyüdü Mehmet, çoook! Kasabanın en zengin müteahhitlerinden biri artık.”
“…”
Ferhat, Ahmet amcanın söylediklerini duymuyordu. Gözü mağazanın üstünde; “ZENGİN MİMARLIK MÜHENDİSLİK PROJE” yazısına takıldı. Altında; “Yüksek Mühendis Mehmet ZENGİN” tabelasına vardı.
“Eee Ferhat, ofise uğramayacak mısın?”
“Belki daha sonra. Ben kalkayım Ahmet Amca. Her şey için tekrar sağ ol.”
Ferhat, dükkândan çıkıp, sahile, kendi evinin önüne geldi. Yani eski evinin. Bahçede çocuklar neşe içinde oynuyorlardı. Onları çok tatlı bir köpek eşlik ediyordu. Verandada çocukları gözetleyen Başak’dan belki birkaç yaş büyük bir kadınla göz göze geldiler. Elbette satış sürecinde kimseyle tanışmamış, hatta telefonla bile olsa görüşmemişti. Kadını rahatsız etmemek için nazikçe başıyla selamlayıp, yoluna devam etti.
Yol boyunca, Başak’ın çocuk sahibi olma isteğini “daha erken, hayatımızı yaşayalım hele” diye ısrarla reddedişini hatırladı.
“Keşke çocuk sahibi olsaydık, bir değil iki, üç…” “Seni yaşatırdı onlar. Bana yaşama amacı katardı…” “Keşke… keşke… keşke…”
Yol boyunca fısıltıdan çığlığa dönüşür biçimde Ferhat boşlukla konuşmaya devam etti. Ona rastlayan ve tanımayanlar, bu kendi kendiyle çığlık çığlığa konuşan adama içlerinde deli dediler. Ferhat kimseye aldırmadan, akşamın ilk saatlerine kadar, sahil boyunda durmaksızın yürüdü. Ayakları onu istemsizce sahili öteki yanındaki Sema ile Mehmet’in evine götürdü.
Evin önü sessizdi. Pencerelerin tüm perdeleri kapalı. Bahçe tarumar. Yaşamdan eser yoktu. Kapının kilidi açıktı. Bahçeye girdi. Çiko ortada yoktu. Küçük ırk bir köpek olmasına karşın çok iyi bir bekçi köpeğiydi. Evin etrafında dolaştı. Pencereden eskiden Sema’nın resim atölyesi olan yere baktı. Tüm tuvallerin üstü bezlerle kaplıydı. Her köşeyi örümcek ve toz kaplamıştı. Evin kapısına yöneldi. Ürkek bekledi bir süre. Sonra dayanamadı zili çaldı. Yanıt yok. Bir daha…bir daha…bir daha…
Yan taraftaki yaşlı komşu kadın;
“Onlar bu saatte Çiko ile sahilde yürüyüşe çıkmışlardır, ister oraya bakın, isterseniz bekleyin bayım.”
“Teşekkürler.”
Ferhat, çekincesiz ve içindeki uyanan kıpırtının gücüne teslim olup, hızla sahile doğru yürümeye başladı. Kısa bir süre sonra, akşamın alacakaranlığa saklanmış hala güzel, ama yüzü net seçilmeyen bir kadını bankta otururken gördü. Çiko çok uzaktan onu tanıdı. Sema’nın yanından fırlayıp, havlayarak ona doğru koşmaya başladı ve sonra diz çöken Ferhat’ın boynuna atladı. Deli gibi havlıyor ve kuyruğunu sallıyordu. Durmadan Ferhat’ın yüzünü yalıyordu. Ferhat, “köpekler kanatları olmayan melekler olmalı, biz insanları mutlu etmek için cennetten dünyaya gelmiş” diye düşündü.
Sema ifadesiz, bankın sol yanına geçerek, Ferhat’ın sağına oturmasını sağladı. Çiko bir Sema’ya bir Ferhat’a neşe içinde koşturup duruyordu.
“Çiko, sakin ol. Otur!”
Çiko komuta uydu, sakinleşti ve Sema’nın ayağının dibine uzandı.
“Merhaba. Kusura bakma. Çok kendi yasıma, kendi cehennemime hapsoldum. Arayamadım seni. Nasılsın?”
Sema müstehzi gülümsedi.
“Nasıl mıyım? Sahile vurmuş gemi enkazı gibi…”
“Daha çok yeni Mehmet ile boşandığınızı öğrendim. Çok üzüldüm.”
“Ben üzülmedim.”
“Sağlığın nasıl, yüzün?”
“Konuşmayalım, evdeki tüm aynaları kaldırdım, bu yeterli değil mi her şeyi anlatmaya?”
Sema’nın yanık yüzü gölgede kalıyor, yaraların net ayrımına varılmıyordu. Sanki sonsuz bir boşluk gibiydi.
“Sen, kasabaya mı döndün?”
“Yok. Başak. Başak’ın mezarını ziyarete geldim. Bir de evin satışında bir sorun var mı diye Ahmet Amcaya uğradım.”
“O halde Mehmet’e de uğramışsındır?”
“Quatret’i göremedim. Altındaki ofise de giresim gelmedi. Biliyor musun, Mehmet en büyük kazancını, Başak’ın ‘orası sit arazisi’, ölsem oranın yapılaşmasına izin vermem’ dediği yerde yaptığı projeden sağlamış.”
“Kimimiz için hayat yolunda.Kimimiz yarım, kimimiz yaralı…”
“Başak olsaydı, ‘yeniden başlamak mümkündür hayata” derdi.”
“Ya da ‘ne gelir elimizden insan olmaktan başka’…”
Sustular. Havanın bozmasına az vardı. Uzaklarda “kuzucuklar” görünmeye başlamıştı bile. Açıktaki balıkçılar, hızla geri dönmeye başlamıştı bile. Ferhat, ufuk çizgisine baktı:
“Hava bozacak, istersen eve dönelim?”
“Biraz daha kalalım, daha zaman var.”
Akşamın koyu moru sahile çökerken, rüzgâr usulca şiddetleniyor, şarabi denizin yüzünde dalgaları büyütüyordu. Sokak lambalarının sarı ışıkları birer ikişer yanıyor, suyun üzerinde ince bir çizgi halinde titriyordu. Çiko, hafif hırıltılı bir memnuniyetle yatıyor, ara sıra kuyruğunu sallayıp çevresine bakıyor; sanki hem Sema’nın hem de Ferhat’ın ruhunu aynı anda kokluyordu.
“Biliyor musun,” dedi Ferhat, sigarasından çekip dumana bakarken, “Ankara’dan döndüğümde her şeyin bir daha eskisi gibi olmayacağını düşünmüştüm. Ama buraya gelip, mezarın başında, kasabada biraz durunca anladım ki—her şey değişti ama bazı şeyler de değişmiyor. Başak’ın gülüşü, senin tuvalin başındaki duruşunun hayali…”
Sema’nın dudaklarından hafifçe bir gülümse sızdı; yüzündeki gülümseme yara hattını belki yumuşatıyor ama ona yeni derin anlamlar katıyordu.
“Bazen düşünüyorum,” dedi Sema, “resim yapmak, en azından benim için, kendimi geri istemek meselesi değil. Artık yapamıyorum da zaten. Geri dönmek isterdim yüzümün eski coğrafyasına belki, ama daha çok o duygunun haritasını çıkarmak isterdim belki de. Renklerin, kırık bir yüzün, bir çığlığın—hepsinin bir araya gelip ne söylediğini bilmek. Dora Maar’ın Picasso’dan yüzünün bozulmamış coğrafyasına geri istemesi gibi, yüzümü yeniden eskisi gibi tuvale taşımak isterdim.”
“Ya da yüzünü eski güzelliğine…”
Bu kez yeni bir sigara yakıp, derin derin nefesler çekip susma sırası Sema’daydı. Ferhat ayağa kalkıp kıyıdan bir taş alıp denize doğru attı; taş suda bir iki sekip sessiz bir halka yaratıp battı. Sema’da yerinden kalkıp Ferhat’a nazire edercesine suda taş sektirdi.
“Bak senden daha çok sektirdim.”
İlk kez aralarındaki gerilim çözüldü, bir gülümsemeye dönüştü. Neşeli bir köpek zıplaması, havlamasına… Sema’nın yaralı yüzü gülümsemeyle güzelleşti sanki.
Bu kez Sema sağ tarafa, Ferhat sol tarafına oturdu bankın. Sema’nın yaralı yüzü armadillonun zırhlı kabuğu gibi örtüyordu güzelliğini. Sema, sezdirmeden, diğer gören gözü ile Ferhat’ın yarası- yüzüyle karşılaşmasını izliyordu. Küçücük bir iğrenme, tereddüt hissederse kalkıp gidecekti yanından, bir daha görüşmemek üzere…
Ferhat dingin. Ferhat mutlu. Ferhat kararlı. Ferhat sevgi dolu. Ferhat anlayışlı. Ferhat sağaltıcı. Ferhat güvenli. Ferhat’ın yüreğini örten zırh çatlamış. Ferhat aşk!
“Aynı zırh benimde kalbimin üstünde vardı. Ama bazen acılar birbiri ile buluşunca o kabuk çatlıyor, derinlerdeki güzelliği ortaya çıkarıyor ve çarpan yüreğin sesini duyabiliyorsun.”
Ferhat bu sözcüklerden sonra Sema’ya sarıldı. Sema yaralı yüzünü, Ferhat’ın göğsüne bastırdı. Sokak lambalarındaki ışık bir iki yanıp söndü. Uzaktaki dalgalar büyüyüp sahili kalpleri gibi dövmeye başladı. Sema’nın gözlerinde birikip bir türlü akmayan yaş, yüzündeki yarası, Ferhat’ın yarım kalbi ve gözyaşlarıyla birleşti. Gözyaşları sağanak olup yağdı. Deniz kabardı. Sema’nın yüzünün coğrafyasına göç etti sular, Ferhat’ın kalbini örten kabuğu çatlattı. Yaralı aşkları, avuttu dünyayı…
“Biliyor musun Ferhat, ben kendim için ağlamıyorum; bu, yalnızca ağlamayı bilen bir kadının yüzü.”
Yüzünün önünden geçip giden bir karartı gibi, dilek tutulamadan kayan yıldızın ardında duyduğumuz kadar bir keder geçti yüzlerinden…
Sonra montunun düğmeleri açtı Ferhat. Üstünde baskı bir tişört vardı. Ateşten saçları olan bir kadın. Sanki Dora Maar. Ferhat, titreyen Sema’yı örtmek için montunu çıkarıp, onun omuzlarını örtü. O an Sema, solgun ışıkta, Ferhat’ın tişörtündeki resmi ve altında yazıyı zor da olsa okudu.
"Sen gül, çünkü yüzünü kendi coğrafyana çizebilecek kadar güçlüsün."
Fısıltıyla Sema;
“Yeniden başlamak mümkündür hayata” dedi. Dalgalar ayaklarına kadar gelmişti.
Ferhat, daha sıkı sarıldı Sema’ya.
Sular taşıyıp götürdüler, çürüyen acının ateşlerini…
*Bu öykü 10.Ekim 2015 tarihinde yaşanan Ankara Garı Katliamını konu alan, tümüyle kurmaca bir öyküdür. Gerçek mekân isimleri, anlatıma gerçeklik duygusu vermek için kullanmıştır. Olaylar ve kişiler kurgusaldır. Bu öykü 18 yaş üstü için uygundur.