Ahmet Müfid Okbay
AFROS DOKUNUŞLARI, GÜL KIRIMLARI

AFROS DOKUNUŞLARI, GÜL KIRIMLARI

AFROS DOKUNUŞLARI, GÜL KIRIMLARI *

 

                                      “Bir yeryüzü çocuğu ne kadar zor özgürleşirse,

İnsanlığımıza o kadar güçlü dokunur”

Conrad D. Meyer

 

  1. BÖLÜM: ASLAN; UNUTTUM AMA MASALLARA KAVUŞTUM

Demir kapı gürültüyle açıldı. Aslan, gözleri kamaşmış, ürkek, beceriksiz adımlarla dışarıya çıktı; düşmekten korkar gibiydi. Başını istemsizce cezaevine çevirdi ve dengesini korumak için demir korkuluklara yaslandı. Onu getiren askerler tepkisiz; kapıyı kapatıp uzaklaştılar.

Dışarda gidecek bir yeri yoktu. Onu bekleyen kimse de... Sanki, içeride kalmak daha kolaydı. Ömrünü geçirdiği gecekondu mahallesinde tanıdığı kimse kalmış mıydı? Başını tekrar dışarı çevirdi. Eylül, ince bir yağmurla çiseleyip durmuştu sabah; hava, dökülen yapraklar kadar suskundu. Gözleri artık dışarıdaki sarı ışığa alışmıştı; göz kapaklarını iyice açtı ve derin bir nefes aldı.

O an karşısındaki kadını fark etti. Kayıp hafızasının yine ona oynadığı oyunlardan biri miydi?

Kadın siyah, kıvırcık saçlıydı; başındaki pembe beresi, uzun boyu, melezi andıran koyu teni ve buna tezat yeşil gözleriyle son derece güzeldi. Tanımıyordu kadını, daha önce hiç görmemişti. Aslan gözlerini kapadı ve fısıldadı: “Hayal görüyorum”, birkaç kez, kendi kendine, sakince. Yine bir masalın içinde kayboldum besbelli diye düşündü. Gözlerini açtığında kadın hâlâ aynı yerde duruyor ve gülümsüyordu. Gülümsemesi, yüzündeki yara izini örter gibiydi; o iz, her bakışta daha da derinleşen, dokunulmazdı- Aslan’ı ürküttü. Yine de tebessümün kıvrımında saklı bıçak yarasının gizemi, kadının yüzünü, sanki gülüşün fedakârlıkla örüldüğü başka bir derinliğe götürmüştü.

O yıllarda, 12 Eylül 1980 darbesiyle başlayan günlerde, Aslan, cezaevine düşen sol görüşlü tutsaklardan biriydi. Beş yılı Metris’te geçirmiş, yargılanmadan tutuklu kalmıştı. Dışarıdayken pek de politik biri değildi; o zamanlar, daha yeni on sekizine girmişti. Sessiz, içine kapanık bir gençti. Öksüz ve yetimdi; dede ve ninesinin yanında yaşıyordu. O günlerde peş peşe iki yaşlıyı da kaybedince, kabuğuna çekildi ve iyice yalnızlaştı.

Kahvede tanıştığı hemşerisi Pir Ahmet ile- ona Piro diyordu- yaptığı sohbetleri ve tavla partilerini saymazsak hayatı sıkıcı, neredeyse kayıptı. Piro bir gece, “Kirve, sende kalabilir miyim birkaç gün?” diye sorduğunda çok mutlu oldu. “Ama kahveye falan çıkmayacağız bu aralar, tamam mı?” demişti. “Tamam” dedi Aslan. İlk akşam, işten gelirken koltuğunun altında yeni aldığı tavlayla eve geldi. Piro, “Biliyorsun yenileceksin; şimdiden almışsın koltuğunun altına tavlayı,” diye takıldı.

O aralar, 12 Eylül arifesinde silahlı çatışmalar ve soygunlar artmıştı; sıkıyönetim altında operasyonlar yoğundu. Birkaç akşamın ardından sabaha karşı kapı kırılarak polisler eve baskın düzenledi. Piro’nun yatağının altında silah ve örgütsel dokümanlar bulunmuştu.

Gayrettepe 1. Şube’ye götürüldüler; gözleri kapalı, tanımadıkları kişilerle birlikte. Duvar dibinde saatlerce ayakta tutulup en ufak hareketlerinde coplanıyor ya da tekme tokat dayak yiyorlardı. Ardından tek kişilik, dar, havasız, pis kokan hücrelere atıldılar. Pas, küf, idrar ve kan kokusu hala genzindeydi. Günler süren sorgu ve işkence başladı.

Piro, birçok silahlı eylem ve soygundan sorumlu önemli bir militandı. İşkenceye direniyor, tek bir eylemi bile üstlenmiyor, kimseyi ele vermiyordu. Aslan için her şey çok zor ve utanç vericiydi. Aslında hiçbir şey bilmiyordu, hiçbir eyleme katılmamıştı; ancak işkenceyle birçok suçu kabul etmek zorunda kaldı. Piro, Selimiye Kışlası’ndaki askeri mahkeme ve tutukevinde Aslan’a anlayışlı davrandı ve moral verdi: “Savcılıkta her şeyi reddet, işkence yüzünden kabul ettiğini söyle; kısa sürede çıkarsın, merak etme.” Aslan’ı içerde olması değil, asılsız suçlamaları işkence altında kabul etmenin utancı yaralamıştı. “Bir erkek gibi onurlu ve güçlü duramamıştı işkencecilerin karşısında.” Piro, “bu işin erkeği kadını olmaz Kirvem, işkenceye ancak bilinç ile karşı dayanabilirsin, sen yenisin daha, bozma yüreğini” diye destek veriyordu. Oysa o, Piro konuştukça daha bir küçülüyor, daha da ezilmiş hissediyordu kendini. Bu mahcubiyet, Aslan’a Metris’te Piro ile birlikte mücadele etme gücünü verdi. Dışardaki hayatın onun için çok bir anlamı yoktu zaten. İçerde Piro ve arkadaşlarıyla olmak, hayatına bir anlam katmıştı. Artık yalnız kalmak istemiyordu. O günden sonra hayatının rehberi olarak Piro’yu seçti.

O dönem Türkiye’sinde cezaevlerinde sistematik işkence, kötü muamele ve insan hakları ihlalleri yaygındı. Mahkumlar çaresizlik içinde açlık grevleri ve ölüm oruçlarıyla sesini duyurmaya çalıştı; 1983’teki ölüm orucunda dört kişi hayatını kaybetti, onlarca kişinin sağlığı ciddi biçimde zarar gördü.

Aslan da bu açlık grevi-ölüm orucu sürecinde altmışlı günleri geçenlerden biriydi. Sonrasında ciddi sağlık sorunları başladı: denge kaybı, çift görme, hafıza kaybı… Doktorlar buna Wernicke–Korsakoff sendromu diyorlardı. O ise gülümseyerek “Unuttum ama masallara kavuştum,” diye avunuyor ve böyle hayata tutunuyordu.

Belki bu hastalık yüzünden tahliye edilmişti; belki de üzerine yıkılan silahlı eylemlerle ilgili hiçbir kanıt bulunamadığı için dava düşmüştü. Öylesine ani oldu ki özgürlük çağrısı, mazgalı açıp “Tahliye” diyerek adını söyleyen askere; “uyuyorum, rahatsız etme,” diye karşılık verdi. Sonra sevinçle karışık bir korku sardı bedenini. Dışarıda ne yapacaktı? Yıllar geçmişti. Burası gibi tanıdık değildi orası.

Metris sanki sosyal bir deney alanıydı. Sistematik baskı, psikolojik ve maddi şiddet ile birleşmişti. Böl ve Yönet sistemi kullanılıyordu. O dönemlerde cezaevlerinde Amerika’nın Güney Amerika’daki deneyleri farklı cezaevlerinde mahkumlara uygulanıyordu. Metris’te “Böl-Yönet”, Mamak’ta “Karıştır-Barıştır” gibi.

Metris’te mahkumlar üç bölüme ayrılmıştı. Beyazlar, Kızıllar ve Yeşiller.

İtirafçılar -teslim olanlar, yani “beyazlar”- tek tip elbise giyiyor ve tüm kurallara uyuyor; bunun karşılığında açık görüş, sık sık yakınlarıyla görüşme, kantin alışverişi, kütüphane ve havalandırmaya sınırsız çıkma hakkı gibi ayrıcalıklar elde ediyorlardı. Piro onlar hakkında sık sık şöyle derdi: “İtiraf etmek, yalnızca bir suçu kabullenmek değildir; aynı zamanda bedelini kişiliğini yitirerek ödemektir.”  Sonra da eklerdi: “Çünkü her itiraf, bir yenilgilin hikayesidir.”

Zaten hapishanenin o bölümüyle onların bir bağlantısı yoktu. Onlar “kızıllar” bölümünde, son blokta kalıyorlardı. Bunun bedeli her haktan mahrum olmaktı: sürekli arama bahanesiyle yapılan baskınlar, işkence, mahkemeye bile gidememek, görüş hakkının gaspı... Teslim almak için yapılan baskıların bin bir çeşidi uygulanıyordu. Ama buna karşılık özgürlük ve onurlu bir hayat vardı. Aralarında konuşurken, Piro sık sık şu cümleyi vurgulardı: “İnsan, en büyük acıları bile unutabilir; ama yaşadığı aşağılanmayı asla.”

Arada kalan “yeşiller” bölümü ise cezaevi yöneticilerin esprili ifadesiyle karpuz gibiydiler: dışları yeşil, içleri kırmızı. Onlarla kalorifer boruları vasıtasıyla mors alfabesine benzer bir yöntemle haberleşiyor, çatılardan atılan bazı ihtiyaç malzemeleri, gazeteler, kitaplar bu yolla onlara ulaşıyordu. Tek tip elbise giyseler de kurallara kısmen uyuyorlardı; hapishanenin en büyük nüfusunu onlar oluşturuyordu. Onlar için yenilmiş devrimciler ama onurları ve duygularını yitirmemişler diye düşünürlerdi. Piro onların tavrını da onaylayamıyordu. Ama beyazlarla asla aynı kefeye koymuyordu. Yine de eninde sonunda, onlar hakkında eleştirel düşüncelerini; “Zincirler sadece ellerimizdeki kelepçeler değildir, aynı zamanda ruhu da tutsak alırlar” diyerek dillendirmekten geri kalmazdı.

...

Şimdi “dışarı” çıkıyordu. Sudan çıkmış balık gibiydi. Piro dışarı çıkınca, mahkumlarla dayanışma içinde olan İnsan Hakları Derneği gibi kuruluşlara ulaşmasını önermişti. Piro, ona o kısa veda anında moral ve destek verdi; “dışarda yeni bir hayat başlıyor; yeni bir mücadele seni bekliyor Kirvem, sen artık çok güçlendin, unutma biz buradayız,” demişti. Ayrıca sık sık söylediği cümleyi tekrarladı; “Yalnızca seçimlerimiz değil, aynı zamanda yaşadığı toplumsal koşullarda hayatımızı şekillendirir.”

Aslan, ilk defa Piro’ya itiraz etti; “Ya orada dilimi de yitirirsem?”

Ona dışarısı sürgün gibiydi. Çevren, dilini anlamadığın insanlarla dolunca, kendini de unutursun zamanla. Koşullar belirler seni…yeni, başka…belki olmak istemediğin, kayıp ve dilsiz.

Bu karmaşık duygularla kapıdan çıktı Aslan, “ilk işim İnsan Hakları Derneğine gitmek,” diyordu kendi kendine. Dışarıda ona yardımcı olabilirlerdi. Tutunabilirdi benzerleriyle hayata. Belki de kapıdaki kadın, derneğin bir temsilcisiydi. Yine de ona bir şey soramadı; donup kaldı.

“Hoş geldin,” dedi kadın; gülümsemesi yüzünde bir çiçek gibi asılı. Duran yağmur tekrar çiselemeye başladı. Aslan da kadına bu karmaşık duygularla ikircikli gülümsedi.

Eylül, hüzünle sarmalanmış, umuttan ibaret güzel bir vakitti.

 

  1. BÖLÜM: AFROS; GÜL KIRIMLARI, YARAMDA SAKLI ŞARKI

 

İlk değildi, yalnız ve yaşanmamış bir hayatı bekleyişi. Mamak, Diyarbakır, Bayrampaşa, Çanakkale, Bursa… birçok cezaevinin önünde bu saf, güçlü ve kırık kalpleri karşılamış ve kucaklamıştı. Bu Afros için hayatını adadığı bir ayin, kendini çoğaltmanın ve sağaltmanın bir yoluydu.

Pembe beresi kabarık siyah kıvırcık saçlarında tekinsiz dursa bile, neredeyse saçlarıyla bütünleşmişti. Beyaz pardösüsünün açık göğüs boyun dekoltesini, mavi-pembe-beyaz renklerin oluşturduğu şık bir fular kapatıyordu. Yalnızca buradaki büyük yanık izini örtmek için değil, kırık kalbini de üşümekten bir nebze de olsa koruyordu sanki. Belki bilmediğimiz ve görünmeyen, kalbinde çok sayıda yara da vardı. Kulaklarında ise Afro-amerikan kadınlara has, artık herkesin kullandığı büyük halka küpeler dikkat çekiyordu. Kıyafetleri ve takıları pahalı ve şıktı. Yol kenarında, şoförü kapıda bekleyen lüks bir cip vardı. Cipin kapısında “Afros Moda Evi” yazısı, fuların renklerinde estetik bir logoyla dikkati çekiyordu.

“İnsan Hakları Derneğinden mi geldiniz? Beni dışarda bekleyen kimse yok da…”

Afros, beklenmedik bir sıcaklıkla Aslan’a sımsıkı sarıldı. Tüyleri diken diken oldu Aslan’ın, ayakları titriyordu. Bir kadına ilk sarılışıydı. Yok hayır, aynı zamanda bir kadının da ona ilk sarılışıydı. Elindeki bez torbayı düşürdü yere, kalbi yerinden çıkacak gibiydi, “tak, tak, tak…” atışı belki çok uzaktan bile duyuluyordu, yüzünün kızarmasını esmerliği bile örtememişti.

Uzadı sarılma, iki sevgili, anne ile çocuğunun buluşması gibi, uzadı, sanki sonsuza dek, yerdeki çuvalın çaresizliği, kapıda bekleyen şoförün bekleyişi, düşen yağmurun damlaları…yüzlerine değen yağmur taneleri mi gözyaşları mı kimse ayıramadı bu ıslaklığı… Bazı gözyaşları akrabaydı, bazı acılar, farklı da olsa; kendi topraklarında sürgün olan yalnızlar, birdi, aynıydı. Uzun uzadıya süren sarılmalar gibi… Kendine dönük patlayan bir silah gibiydi sarılmaları. Öldürmeyen, ama kendini kendine hapseden, çoğaltan.

            “Hayır… yani evet İHD üyesiyim ama temsilcisi değilim” dedi Afros.

            “Peki niçin geldiniz?”

            “Senin için.”

            “Neden?”

            “Bu ikimize de iyi gelecek diye.”

 Aslan ne diyebilirdi ki? Şaşkın ama umutlu, Afros’u arabaya doğru takip ettiBeyoğlu’ndaki ara sokaklardaki izbe küçük otoparklardan birine arabayı park ettiler.  Şoförden ayrıldılar. Yarı dik, Ağa Cami’ye çıkan Sakızağacı Sokağından Hacı Abdullah Lokantasına ulaştılar. Aslan, açlık grevleri, ölüm orucu derken artık kuş kadar yemek  yiyebilen biri olarak bu lezzet  şöleninde abarttı yemek yemeyi. Bedelini ardışık kusma nöbetleri ile ödese bile. Afros bu  sonuçtan mahcup oldu, yüzü kızardı. Karşılıklı özür dilemeler yorucu olduğu kadar da komikti.

Aslan, İHD binasına gitmek istedi. Afros, “önce seni kalacağın otele yerleştirelim, dinlen  biraz, sonra yapacak çok şeyimiz olacak” dedi. Sonra İstiklal Caddesini geçerek, Bursa   Sokaktaki Aleksandr Apart Otele vardılar.

Aslan için sarsıcı bir yolculuktu. Böylesi, hayal bile edemeyeceği güzel bir kadınla masalsı bir dünyanın içine girmişti. Hayranlık kadar korku ve şaşkınlık içindeydi. Figüranların oturduğu   kahvelerden, karşılıklı pencerelerden kavga eden travesti, eşcinsel ve fahişelere… çiçek satan  çingeneler, avutulmaz sokak şairleri, çalgıcılar, şarkılara bakarak ve şaşarak… bir masal boyu  yürüdüler.

Rumca sözleri anlamasa da Aslan, yürürken donup, şarkıya dalan Afros’un gözlerindeki  derinlikte kaybolmuştu. Bazen bütün diller aynı şeyi söylüyordu, aynı yarayı kanatıyorsa…

            “Onu sevdiğim için beni öldürdü /çünkü ona küçük bir çocuk gibi davranıyordum /ve tüm  hatalarını affediyordum…” (1)

            “Sen dinlen, bugün, yarın sabah seni alırım. Bir ihtiyacın olursa resepsiyonu ara. Her konuda yardım edecekler. Bu parayı da al, olur ya dışarı çıkmak istersin. Ama dikkatli ol,                   tekin  değildir buraları, sularını bilmeyenlere…”

Aslan, ömrü boyunca yaşamadığı kadar büyük bir duygu seline kapılmış, öyle yorgundu ki,  yatağın yolunu zor buldu. Sabahın ilk saatlerinde sokaktaki bir kavganın sesiyle uyanana dek  bebekler gibi uyudu.

            …

Afros, Aslan’dan ayrıldıktan sonra, İstiklal Caddesi üzerindeki “Moda Evine” uğrayıp, işleri   yoluna koydu ve Surp Pırgiç Huzurevinde yatan annesini ziyarete gitti. 

Alzheimer hastası olan annesi, son zamanlarında artık Afros’u bile tanımıyordu. Ne ilginçti ki, Buldan’lı bir subay ailesinin kızı olan Şemsi kadın, bunadıktan sonra, Afros’un bile      anlamadığı bir dille sayıklayarak hikayeler anlatmaya başlamıştı. O zaman hastalığın ciddiyetini anlayan Afros, annesini hastane hastane, doktor doktor gezdirmeye başladı. Ne       rastlantıdır ki yine, Surp Pırgiç Hastanesinin Nöroloji uzmanı Dr. Bedri Tokatlıyan,  annesinin anlattıklarını kısmen de olsa anlayıverdi.

Bazen Türkçe, bazen Kürtçe, ama daha çok Ermenice- kopuk kopuk- Dersim Alevi  söylencelerinden bir şeyler sayıklıyordu;

            “Dersim’e Şıx Ahmet Dede tarafından gönderilmiştir ve Dersim evliyalarının başıdır. Sarık    Sıvan’ın Kırklar Dağı’nda bir mağarası vardır ve bu mağarada keçileriyle yatar. Sarık                 Sıvan  keçileri; Hozat’ta Yılan Dağı ve Ali Boğazı tarafında yaşarlar. Kulaklarının bir tarafı bıçakla  kesilmiş gibidir ve bu onların tılsımıdır.” (2)

Bu olanlardan sonra Afros, şaşkınla derin bir araştırmaya girdi. Annesi yıllar önce Dersim’in  Kayıp Kızlarındandı, (3) Buldan’lı Subay Sait Beyin evlat edindiği. Kimse bu konuyu             bilmiyordu, biliyordu belki ama bu konu hakkında konuşulmuyordu. Babası, Keçecizadelerden Rauf Bey, bu esmer güzeli kıza âşık olmuştu. İki saygın ailenin oluruyla da evlilik gerçekleşmişti. Şemsi Kadın, her zaman sessiz bir kadındı ama Kürtçe ya da Ermenice konuştuğu da hiç duyulmamıştı. Ama gönül penceresi hep açık, sevgi dili gür bir kadındı.       Kumaş fabrikatörü ve manifaturacı Rauf Bey ezelden Menderesçi, sonraları da Adalet Partiliydi. Afros, sert mizaçlı ve muhafazakâr babasıyla oldum olası anlaşamıyordu. Bugün düşündüğünde, yine de ona hoşgörü ve minnetle anıyordu. İstanbul’da İtalyan Lisesini bitirdikten sonra, İtalya’da Domus Akademi’de Fashion Design ve Fashion Management           okuması için her türlü desteği vermişti ona. Sonra Paris’te “Haute couture” moda evlerini de yine baba parasıyla deneyimlemişti. Armani, Valantino, Gaultier, Versace… yalnızca bilgi     ve sanatını geliştirmemiş, yaşamını değiştirmiş ve dönüştürmüştü. Geri döndüğünde Rauf  Beyi şok edici bir değişim bekliyordu. Geçirdiği estetik ameliyatlar, giydiği kıyafetler ve    tavırları ile “Afros”u kabullenmesi mümkün değildi. “Buldan’da bir dakika bile kalma” diyerek evden kovdu. Sonra da “bir daha da geri gelme, yazıklar olsun” dedi. Afros, arkasına bakmadan annesini öpüp, İstanbul’a geri döndü. Rauf Bey’in ise olanlar  yüreğine indi. Çok sürmedi, acı ve hayal kırıklığı ile göçtü bu dünyadan. Evlatlıktan reddettiği Afros, mirastan hiçbir hak sahibi olamadı. Geçen kısa sürede tüm fabrika ve dükkanlar pul parasına satıldı. Annesi, Afros ile yakın olmak için. İstanbul Horhor caddesindeki ahşap cumbalı harap son mülklerine göçtü. Afros, zaten onun desteği ile “Moda Evini” Beyoğlu’nda Halep Pasajında açabildi.

Bunlar ayın görünen yüzüydü. Görünen kısımda bile yaralarla bezeli hayatı, ayın kraterlerle  dolu yüzüne benziyordu. Öteki tarafta…

Öğrencilik yıllarında, sonra Milano ve Paris’te geceleri uçurumun kenarında yaşanan Bohem hayat kadar, gündüzleri mitinglerde, protestolarda ve toplantılarda şekillendi hayatı Afros’un. Aslında bu gece ve gündüz kadar zıt görünebilirdi ama, ortak noktası, ölümün kıyısında- hep sınırda yaşamasıydı. Gündüzleri iş ve mücadele, geceleri aşk ve esrik düşler arasında gidip gelen hayatı sonraki yıllarda da hiç değişmedi, sanki alın yazısıydı.

...

Afros, Surp Pırgiç’ten çıktıktan sonra Yedikule’de Safa Meyhanesine geçti. İki üç soğuk, bir iki sıcak mezeyle otuz beşlik rakı söyledi. Taş plaktan içli şarkılar çalıyordu. Geçmişe           dalmış, tüm dünyadan kopmuştu. Bir süre sonra masaya bir demet gül geldi. Çiçekçi çingene kadın köşede oturan yakışıklı genç adamı işaret etti. Genç adamla uzaktan bakıştılar. Adam gülümsedi, Afros da. Bundan cesaret alan adam, rakısıyla birlikte Afros’un masasına geldi. Hoş beş, boş konuşmalar bahaneydi. Tek gerçek… tek dil, ruh ve beden; bedenlerin uyanışı, ruhları birbirine usulca hapsediyordu.

Bacaklar bacaklara sürtündü, eller elleri kavradı, nefesler bedenleri uyardı, ruhları ürpertti. Bakışlar “hadi kalk” dedi. “Hadi…” Hesabı hızla ödedi adam. Hızla sokağa çıktılar, hızla    taksiye bindiler, hızla takside öpüşmeye başladılar, hızla adamın elleri göğüslerini sıktı, bacaklarının arasına sızdı, hızla, hızla… hızla bodrum kattaki bir bekar evine girdiler, hızla          soyundular, hızla- dur kondom kullan- hızla, hızla…sırayla tüm delikleri infilak etti bir patlamayla Afros’un. Düştü, Paris Komünün son mevziisi, düştü Père-Lachaise! Dağınık saçları, yaralı bedeni ve kırık kalbi ile uzandı yatağa sırtüstü Afros. Bedenini, başkalarına  umut vermek için bir araç haline getirmişti, her dokunuşlarında, ruhunu onlara karşılıksız          sunuyordu. Adam, cebindeki son parayı çıkarıp Afros’a vermek istedi. Almadı. Kalktı, giyindi  ve çıktı evden. Adını bile anımsamadığı bir adamın evinden, adını bile bilmeyen bir adamın yanından… acı içinde ama tuhaf bir o kadar rahatlamış. Yürümeye başladı tren rayları boyunca. Sessiz ve kimsesiz. Yağmur tekrar çiselemeye başladı, gözlerindeki boyaları            akıtarak, gözyaşları gibi…

Afros sabaha karşı Moda Evi’ne geri döndü. Yağmur dinmişti, ama İstiklal Caddesini döşeyen   parke taşların ıslaklığı henüz kurumamıştı. Boş tramvay çanlarını çalarak yanından usulca geçti.   Halep Pasajında açık mağaza kalmamıştı. Atölyenin kapısını açıp içeri girince pamuk kokusu, iğne ipliğin kaybolmuş tıkırtısı ve kumaşların üstünden uçuşan tüylerin ağırlığı onu karşıladı- her şey yerli yerindeydi ama her eksik dikişte kopmuş ipin uğultusu vardı. İçindeki öteki yüz,  geceyle birlikte hep yeniden uyanıyordu sebepsiz… hazır… sabırsız ve saklanmayı reddederek.

Gün doğuyordu. Afros, ofisine geçti sessizce. Üstünü soyundu. Bir şarkı mırıldanmaya başladı. Makyaj masasının karşısına geçti. Sustu. Kartopu, makyaj masasına çıkmış Afros’a             sürtünüyordu. Aynalı komodinin önünde; kıvırcık siyah saçları ile ağlamaklı gözleriyle, bir kız  çocuğu; entarisi açılarak salıncağı kanırtarak sallanmaktaydı.

            -Eski bir fotoğraftı bu, sonradan renklendirilmiş-

Komodinin üstünde, makyaj malzemeleri dağılmıştı, yeni doğan gün ışığı, hanın ortasındaki  meydanın tepesindeki   boşluktan zayıf da olsa içeri sızmaktaydı. Masada küçük bir hançer vardı. Komodinin önünde akan makyajını silen, kıvırcık siyah saçlı kadın, yüzünde, göğüslerinde, karnında yara izleriyle, geceler boyu hiç uyumamış yorgun gözleriyle, kendi      çocukluk resmine bakıp; belki de salıncakta gözyaşlarını dökemeyen o kız çocuğu yerine ağlamaktaydı.

             “Söylerken dökülür gözümden yaşlar, kalbim dönüşür mü sele?
               Eski aynam, gönlüm kayıp, nerede içtin bu hevesi, ne zaman?
               Hangi meyhaneden çıktın, serkeş, sarhoş yitirdin gençliğini?” (4)

Kartopu, elinin alında okşandıkça, mırıldanarak sanki masallar anlatmaktaydı Afros’a.

Düşlerini paylaştığı her insan, içindeki karanlıkla yüzleşiyor ve o sanki yeniden doğuyordu.

 

  1. BÖLÜM: KARŞILAŞMALAR; ÖZKIYIMIN KIYISINDA

 

Aslan, uzun zamandır böyle güzel uyumamıştı. Sabah neşe ve umutla uyandı; Hoş geldin Hayat!  Duvarlara, perdelere, pencerelere, dışardan gelen kuş seslerine, saksıdaki kaktüse, çeşmedeki suya, her şeye günaydın, günaydın… günaydın diyerek otelden koşarak çıktı.

Dar sokakları ardı ardına kaybolurcasına döndü. İstiklal Caddesi sabahın bu erken saatlerinde bile kalabalığıyla karşıladı onu. Bir simitçi tezgahından birkaç gevrek ve üçgen peynir aldı. Sabırsızlıkla, çocukça simidin köşesinden küçücük ısırık, küçük bir kaçamak. Yüzünde gevrek bir gülümseme, çiğneyerek simit parçasını; “işte özgürlük!” diye düşündü. Sonra, çiçek tarhlarının üstünden atladı. Koştu, koştu… “isterlerse deli desinler”, koştu, yorulana kadar. Köşe başındaki çiçekçiden, Afros için papatyalar aldı. Nefes nefese Halep Pasajını buldu. Moda evine girmeden önce kendine çeki düzen verip, birkaç kez soluk alıp sakinleşip sonra içeri girdi.

Çalışanlar ona aldırmadan işlerine devam ediyorlardı. Sekreter kız onu karşıladı, Afros hanımın ofisine kabul etti.

              “Afros Hanım, az sonra evinden inecek efendim, içecek bir şey ister misiniz?”

              “Çay… ama Afros Hanım geldiğinde.”

Afros, üstünde bir sabahlıkla, sanki evindeymiş gibi ofise girdi. Bir düş, güzellik, sanki bir demet çiçek gibi…

              “Bulmuşun ofisi, bravo!”

Sonra simit ve peynirleri gördü.

               “Nazlı, bize iki büyük çay, yok yok kendine de al, simit ve peynir var. Of çok acıkmışım!”

Aslan, mağrur ve yaptıklarından gururlu, fırsatı kaçırmadı; gazete kağıdına sarılı papatyaları Afros’a uzattı.

               “Oh! Canım.”

Çiçekleri alıp, el çabukluğuyla bir vazoya koyduktan sonra, Aslan’a kemiklerini kıracak kadar sıkı sarılıp, içine çeker gibi güçlü bir öpücükle teşekkür etti.

             "Kartopu, masadan uzak dur canikom!”

Aslan’ın her yanı titriyordu. Bir süre yerine oturamadı. Bir şey yiyemedi. Nefes bile alamadı. Kalbi sanki durmuştu. Ya da ona ait değildi.

Afros kahvaltı sonrası, yukardaki odasına çıkıp giyinirken, Aslan kahvesini yudumlamakta, masadaki katalogları karıştırmaktaydı. Gözüne, tesettürlü gelinlik fotoğraflarındaki bir manken takıldı. Evet oydu! Mahallede, başı önünde işe gidip gelirken rastlaştığı, bakmaktan kendini alamadığı, bakkal Hacı Amcanın güzel kızı Nisa. Kartopu, o güzel bembeyaz Van kedisi, beyaz gelinliği ile Nisa’nın fotoğrafı üstüne uzanmış, meraklı gözlerle Aslan’ı seyrediyordu. Elinde kataloğun o sayfası açık, kediye uzak, Aslan donup kalmıştı. Afros giyinip Aslan’ın yanına geldi. Aslan onu fark etmedi.

 “Hadi şimdi nereye gidiyoruz?” diye tüm enerjisi ile elini omzuna attı. Aslan tepkisiz, katalogda kaybolmuş, devinimsizdi. Kartopu, hızla uzaklaştı sehpadan.

Afros, bir şeyler olduğunu anlamıştı. Elini usulca çekti omzundan.

            “Tanıyor musun Nisa’yı?”

             “Bizim mahallede yaşardı.”

              “Artık ünlü ve zengin. Çok aranan tesettürlü bir model. Görüşmek ister misin?”

              “Yok. Sağ ol. Bir an öyle karşıma çıkınca…”

              “Hadi, önce derneğe sonrada hastaneye gideceğiz.”

              “Hastane niye?”

             “Biliyorsun…”

Birlikte çıktılar. Çukurlu Çeşme Sokaktaki derneğe kısa zamanda ulaştılar. Dernekteki çalışanlar ve gönüllüler Aslan ile çok ilgiliydiler. Gerekli evraklar dolduruldu. Olası iş ve konaklama imkanları için bilgiler alınıp notlar tutuldu. Sonra tıbbi değerlendirme için gönüllü olarak dernekle iş birliği içinde çalışan hekimlerle ve dayanışma gösteren hastane-kliniklerle görüşmeler yapıldı. Afros ve Aslan hastaneye gitmek üzere dernekten ayrıldılar.

İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Nöroloji ve Psikiyatri Bölümündeki hocalara muayene olduktan sonra, tahliller ve çekilecek filimler için gerekli randevular alındı. Yorucu bir gündü. Afros; “Gel, Samatya’da bir şeyler yiyip içelim, yorgunluk atalım.”

Küçük Paris Meyhanesinde, deniz mezeleri eşliğinde rakı kadehleri bir dolup bir boşaldı. Aslan’ın başı dönmeye başlamıştı bile, ama aklının bir köşesinde Nisa, diğer tarafında Afros, ruhu parçalanmıştı.

              “Anlat bakalım şu Nisa’yı. O katalogdaki resimden sonra durgunlaştın. Ben anlarım bu işlerden”

Gülümseyerek, hafiften dürterek dilini açmaya çalışıyordu Aslan’ın.

Aslan, kem küm yaparak. Aslında bir şey olmadığını, daha doğrusu çok da bir şey hatırlamadığından bahsetti mahcup. Afros; “istersen, yaşadığın mahalleye gideriz.”  Aslan başıyla olur dedi.

Aslan’ın ayaklarını yerden kesen sabahki mutluluk ve heyecan hali, akşam tam tersine dönüşmüştü. Hatta alkol ve Afros bile Aslan’ı canlandıramamıştı. Sanki dün ve yarın arasında arafta kaybolmuştu. Nisa’yı tanıyordu. Ama aralarında yaşanmış hiçbir anı ya da konuşmayı hatırlamıyordu. Nisa’ya ulaşmak değildi derdi. Unutmak ve hatırlayamamak onu korkutuyordu. Cezaevinde hafızasının bu boşluklarını uydurduğu masallarla kapatıyordu. Kimse de bu masallarla alay etmiyordu. Oysa burada ya alay ederlerse diye masallar da onu terk etmişti. Erkek olamayan bir ergenin çaresizliğini yaşıyordu. Bunun için susuyordu. Susuyor ve korkuyordu.

Afros, Aslan’ın bu Nisa sonrası keskin dönüşümünü anlamamıştı. Daha doğrusu yanlış anlamıştı. Bunu geçmişteki büyük ve kırık bir aşk hikayesi olarak düşünmüştü. Bu nedenle acımıştı Aslan’a. Nisa’yı az çok tanıyordu. Asla Aslan’la bir gelecekleri olamazdı. İnançlı Muhafazakâr Sosyetenin moda ikonlarından biri olan Nisa, sahte ve samimiyetsiz yeni rol modellerden biriydi. Yine de gönül bu, belli olmaz diye düşündü. Hafta sonu Atatürk Kültür Merkezinde bir defile olacaktı. Nisa da podyuma çıkacaktı. Aslan’a haber vermeden oraya çağırmayı planlandı içinden. Zorlamadı da fazla konuyu deşmeyi. İkisi de yorgundu zaten koşuşturmaktan. Aslan’ı otele bırakıp, evine geçti.

Gece, iki yalnız için, yorgun da olsalar uykuya hasret geçiyordu.

Aslan, odada, çırılçıplak yatağına oturmuş, umutsuzca Nisa’yı anımsamaya çalışıyordu. Geceyle birlikte sabah katalogda gördüğü yüzü bile unutmuştu. Ama Afros’un sımsıkı sarılan bedeninin sıcaklığı hala tenini yakıyordu. Sonra, iyilikle kendine yardım eden bir kadın için hissettiklerinden utandı. Bakir bir gençti. Hayal ettiği, hiçbir zaman olmayan kadınlarla geçirdiği gecelerin masumluğunu özledi. Olmuyordu. Afros’un gülümseyen yüzündeki yara izinde kayboluyordu parmakları, oradan dudaklarının ıslaklığı ile buluşuyordu. Yok, dokunmuyordu, yalnızca siluetlerinde geziniyordu yüzünün çizgilerinin. Dokunmadan sevişiyordu. Haz büyüyordu bedeninde. Düşüncesi bile soğuk soğuk terlemesine neden oldu. Sonra… daha hoyrat, görmediği, bilmediği coğrafyalarına uzandı dudakları. “Afros” diye inledi. Doldu. Ama kasıklarından yüzüne ulaştığında, bir an Nisa’nın yüzünü görür gibi oldu. Midesi bulandı, kafası karıştı. Koşarak duşun buz gibi sularına teslim etti bedenini. Dondu. Durdu. Sırılsıklam yatağa geri döndü. Çarşafa bir ölü gibi sarındı. Titredi. Titredi…Durdu. Dondu. Sonra teslim oldu. Söndü. Sessizce uykuya daldı.

Afros, yatağına uzandı. Uyuyamıyordu. Sanki çevresinde davullar çalıyordu. Mumlar yanıyordu odanın dört bir yanında. Ayağa kalktı, ritme bırakarak dans etmeye başladı. Gül yaprakları dökünüyordu bir yandan. Ansız annesi gibi kimsenin bilmediği bir dilde şarkılar söylemeye başladı. Sirenler her yerde ötüyordu. Davullar. Davullar. Çağrıyı duydu. Çağrıya uydu. Geceliği beline kadar sıyırdı. Elini külotunun içine soktu. Bir hançeri anımsadı; Zülfikar. Büyük aşkı, belalısı. Bir bıçağa, kılıca aşıktı. Ölüme aşıktı. Beyoğlu’ndaki ilk günlerinde ona destek olan, başardıkça ise başına bela… Bir hançer, bedeninde, yüzünde yaralar açan. Sonra dokunuşlarını anımsadı. Bedeniyle hoyrat birleşmesini. Bir bedenden bir başka bedene geçişini.  Gel-git gibi, bir yükselen bir çekilen tutkularını. Başka erkekleri, kadınları… Her vücutta bir ruh vardı; cinsellik, ruhun dillerinden biriydi yalnızca. Sonra komodinin çekmecesinden tabancayı çıkardı. Smith Wesson Ladysmith. Tek bir mermi koyup, topu çevirdi. Horozu kaldırıp silahı şakağına dayayıp tetiği çekti. Çıt. Tehlikeli biçimde silahla Rus Ruleti oynuyordu. Çıt. Çıt. Çıt. Kahkahalar atarak ölümle oynadığı oyunu kazanmanın hazzıyla zirveye çıktı. Trans halinde tepinmeye devam ederken çığlıklar atıyordu. Tül perdeleri kopardı, geceliğini parçaladı. Bedeni kan ter içinde kalmıştı. Üstündeki son giysileri de çıkarıp attı. Kalbi duracak gibi dans etmeye devam etti. Kan kırmızı bir danstı bu, dans edenlerin kendini yitirdiği. Kendinle umarsız bir sevişme. Ölüm gibi… Hayat ya da düş!

“Aşk, beni yeniden doğurdu, her seferinde daha güçlü ve özgür” diye haykırdı.  Yükseldi. “Aşk. Aşk. Aşk.” Haykırdı. Bir daha haykırdı. Daha yüksek! Haykırdı. Zirveden aşağıya, yere yığılıp, bitkin, huzur içinde uykuya daldı.

Kartopu, odada, açık camın pervazında, çatıdaki Mart kedileri gibi yüksek perdeli miyavlama ve ulumalar çıkarmaktaydı. Gece uykusuz ve uğursuzlarla dolu, çekmişti pimini hayatın; her şeyi vaat eden hiçbir şeyin olmadığı bu şehirde…

Sonraki birkaç gün Aslan ve Afros görüşmediler. Kim bilir, bu kaçınmanın sebebi, gece akıllarından geçenlerin utancı mı, yoksa yaşadıkları duygu karmaşası ve akıl tutulmasının yarattığı korku muydu, ikisi de bunu bilmiyordu. Afros, yaklaşan defilenin hazırlıkları için kendini işe vermişti. Aslan ise şehri kendi başına şehri keşfe çıkmıştı.

Aslan ilk olarak hapishaneye düşmeden önceki yaşadığı mahalleyi ziyaret etti. Ama onu büyük bir yıkım bekliyordu. Mecazi değil, gerçek anlamda bir yıkım. O dönemin Belediye Başkanı Bedrettin Dalan, “Gözleri Kadar Mavi Haliç”, “Özüne Dönen Tarlabaşı” sloganlarıyla Aslan’ın geçmiş hayatını, toz, duman, beton içinde bir savaş sonrası yıkıntısına dönüştürmüştü. Her yer, dev bir şantiyeye benziyordu. Ne yaşadığı ev ne Piro ile buluştuğu kahve ne de Bakkal Hacı Amca’nın dükkânı kalmıştı ortada. Nisa gerçekten var olmuş muydu? Yoksa katalogda yaşayan bir hayal miydi?  Geçmişin mekânları, belleğimizin haritasıydı, bir yer yıkıldığında, hatıralar da yok oluyor ve ruhumuzda derin boşluklar bırakıyordu.

Aslan, içine düşüldüğünde kaybolunan bu devasa kumbarada, sonsuza kadar unutulmuş değersiz, artık kullanılmayan, eski bir madeni para- ortası delik bir kuruş- gibi hisseti kendini. Piro’ya yaptığı itirazı anımsadı; “Ya dilimi de yitirirsem orada?”

Feridiye’nin dar ve dik sokaklarından Dolapdere’ye, oradan Kasımpaşa’ya yürüdü. Buraların hala eski halinde ve pek değişmemiş olması, onu biraz rahatlattı. Daha önce çalıştığı Haliç Tersanesine doğru giderken buldu kendini. Sanki vardiyayı almaya gidiyordu. Tersanenin kapısındaki güvenlik görevlisi tanımadığı biriydi, belli ki yeniydi burada. Eskiden burada çalıştığını, içeride arkadaşlarını ziyaret edip edemeyeceğini sordu. Güvenlik görevlisi onu şüpheli bulmuştu. “Ne zaman burada çalıştın, kimlerle görüşmek istiyorsun” benzeri sorular sordu. Hay aksi, hafızası tamda gerekli olduğu anda ona oyunlar oynuyordu. Çalıştığı yıllar, birim ve arkadaşlar hakkında “masallar” uydurmaya başladı. Bu güvenlik görevlisini iyice işkillendirdi. Bir iki yere telefon ettikten sonra; Aslan’ı, “Hemşerim, git buradan deli misin yoksa uğursuz mu bilmem, ama ısrar edersen polis çağıracağım şimdi” diye payladı.

Polis. O gece kapıyı kıran. Gözleri bağlı ayakta tokatlayan. Cinsel organına elektrik veren. Askıda onunla alay eden. Polis. Erkekliğini çalan. Acı. Şiddet. Onur ve onursuzluk sınırından onu uçurumdan atan. Polis.

Bu sözcükle birlikte, sanki bir suçlu gibi koşar adım uzaklaştı fabrikanın kapısından. Kendini kan ter içinde Unkapanı Köprüsünde buldu. Sonra denize baktı. Siyah katran gibi deniz, mide bulandırıcı ağır kokusu ile kapladı benliğini. Utanç. Onur. Çaresizlik. Tırmandı korkuluklara. Kendini köprüden boşluğa bıraktı.

             “Köprüden adam düştü! Köprüden adam…Köprü!”

Boşluğa doğru, birkaç kişi çaresizce bağırıyorlardı. Aslan şanslıydı. Tam da köprünün altından geçen bir motor vardı. Hızla Aslan’a ulaşıp onu kayığa aldılar. Sahile ulaştırdılar. Haliç kıyı restorasyonu yapan firma, Aslan’ı hızlıca Taksim İlk Yardım Hastanesine ulaştırdı. Ciddi bir şeyi yoktu. Ancak şoktaydı. Ceplerini karıştırınca, Afros Moda Evi’nin kartını buldular. Afros kısa bir süre sonra hastaneye ulaştı. Aslan’ın başucunda, elini sımsıkı tutarak;

            “Niye yaptın be kuzum? Yaşayacak çok şey var daha…”

Diğer elinde kan kırmızı bir gül vardı.

 

  1. ZÜLFİKAR; GÜL VE HANÇER

 

Büyük gün gelmişti Afros için; AKM’deki moda evinin yılın açılış defilesi yapılacaktı. Aslan’ı cumartesi gecesindeki defileye davet etmeyi düşünmüştü önce, ama son zamanda yaşadıklarını düşününce, Nisa ile karşılaşması onun için her şeyi daha kötü yapabilirdi, vazgeçti. Bilmediği birden çok şey vardı oysa...

Defile hazırlıkları için kafası kopmuş bir tavuk gibi koşturmaktan kaybolmuştu. Terzileri son rötuşlarını ince eleyip sık dokuyarak kontrol ediyordu. Mankenlere ne istediğini tane tane ve tekrar tekrar anlatıyordu. Organizatör ile programda her düzenlemeyi konuşuyor, notları düzenliyordu. Defilenin sonunda, spot ışıkların ona yönelip sahneye çağrıldığı, alkışlar altındaki o gururlu anı hayal ediyor ve bu itkiyle o inanılmaz çalışma gücünü buluyordu.

Defiledeki modellerin giydiği kıyafetleri taçlandıran bir kostümle çıkacaktı sahneye. Bu kıyafet, kırmızı gül yaprakları ile dolu beyaz, derin yırtmaçlı, önü kapalı, sırtında geniş bir dekoltenin olduğu kendi tasarladığı bir giysiydi. Başında ise, pembe, mavi beyaz tüylerden oluşturulmuş bir taç taşıyor olacaktı. Sırt dekoltesinde, mini bir hançer- Zülfikar- asılı olup, bu ters kolye, tüm izleyicileri şaşırtacak, belki de yeni bir aksesuar trendi başlatacaktı. Kulaklarında ise artık onun simgesi haline gelen dev halka küpeler ışıldayacaktı.

Afros yoğun iş ve hayaller içinde Aslan’ı neredeyse unutmuştu. Unutmakla malul Aslan ise defileyi ve Nisa’yı görebilme umudunu aklından hiç çıkarmamıştı.

Aslan, Afros’a defileye gelip gelemeyeceğini ürkek birkaç kez sormaya çalıştı. Her seferinde Afros geçiştirdi onu. Besbelli onu istemiyordu orada. Belki de yakıştıramıyordu o seçkin topluluğa. Ama kesin kararlıydı Aslan. Gidecekti o defileye. Nisa’yı görecekti. Aralarında bir şeyler olacağını düşündüğünden değil, hatta daha sonra buluşmak ve konuşmak umudu da taşımıyordu. Tek istediği, görünce bir şeyler hatırlayabilecek miydi? Belki de daha önemlisi Nisa, onu hatırlayacak mıydı? Öyle ya bir anı olsun diye yaşamıyor muyduk bu hayatı?

Bu ruh haliyle, ofiste Afros’a sezdirmeden, defilenin duyuru ve davetiyesini gizlice aldı. Sonra, defileye uygun bir kıyafet kiraladı. O zayıf bedeni ile uygun bir takım elbise bulmak hiç zor olmamıştı. Siyahlar içinde, kırmızı papyonu, beyaz gömleği, dökülmüş saçları, kirli sakalıyla boy aynasına baktı. Böyle birini hiç hatırlamıyordu!

Defile kalabalık, şatafatlı ve yabancıydı. Aslan, bu kıyafetler içinde kendi kendine de uzaktı. Gösteriden önce fuayede ürkek dolaşırken, elini nereye koyacağını bilmiyor, sağ ayağı sol ayağına takılıyor, düşmekten zor bela kurtuluyordu. Foyerdeki kokteylde kalabalık içinde uzaktan Afros’u kısa bir an görür gibi oldu. Afros, gelen önemli konukları kısaca selamladıktan sonra hızlıca kulise geri dönmüştü.  Elbette Aslan’ı görmedi. Bu gece ne de olsa onun gecesiydi. Aslan ise tüm gecelerin görünmeyeniydi…

Kimsenin görmediği bir başka yabancı daha vardı salonda. Zülfikar dövmesi takım elbisesinin altında saklı, iki ucu keskin bir bıçak. Terkedilmiş, kırılmış, unutulmuş, ama unutmamış!

              “Bu bedeli sevdiğim gözler için ödüyorum/ Kırılıyor kalbim/ ve gözyaşlarım yağmur gibi akıyor/ Kesinlikle gideceğiz, bu kadar geldiysek /Sen yer altında, ben hapiste/Kesinlikle                   gideceğiz/Sen yer altında, ben hapiste.” (5)

 Aslan ile gizemli yabancı kokteyle, gözleri Afros’u ararken çarpıştılar. Birbirlerinden özür dilediler. Aslan yabancının gözlerinde, kendi gözlerindeki yabanıl yalnızlığı ve tutkuyu gördü.

İkisi de hedefine kitlenmiş bir av köpeği gibi bakışlarını Afros’a odaklamışlardı.

               “Bu yüz tekin değil Aslan! Unutma! Gözden kaçırma! Korkma!”

Üçüncü kez çalan zille birlikte herkes salona geçti. Işıklar kapandı. Müzik ve ışığın dansı başladı. Buna güzel kadınların ve erkeklerin, tuhaf ama görkemli kıyafetler içindeki resmi geçidi taçlandırdı. Bir masal ya da rüya gibiydi, alkışlarla sık sık kesilen. Gökkuşağını kıskandıracak canlılıkta renklerin şöleni, cesur, pervasız, cinsel kimliklerin karıştığı modellerle sınırları zorluyordu. Tam bu anı, siyah çarşafları ile içeri giren kadın modeller kesintiye uğrattı. Çarşaflar bir bir atılıyordu üzerlerinden. Ancak içinden modern tesettürlü kadınlar beliriyordu. Modellerin ortasında siyah bir gelinlikle bir kadın belirdi. Ona eşlik eden pembe takım elbiseli bir damat vardı. Sahnenin en uç kısmına geldiler. Duvağını sert ve kararlı bir şekilde kendi açtı, siyah gelinlikli kadın; Nisa!

Ön sırada olan Aslan ile Nisa göz göze geldiler. Aslan istemsizce ayağı kalktı. Yanında oturanlar ve güvenlik yerine oturttular. Bu eylem olmasaydı Nisa, ışıklardan dolayı asla Aslan’ın farkında bile olmayacaktı. Aslında, onun varlığını da umursamadı. “Show devam etmeliydi.”

Finalde, alkışlar içinde muhteşem kostümle Afros sahneye çıktı. Onu tüm mankenler ve organizatör eşlik etti. Herkes ayakta alkışlıyordu. Coşku bir sel olup taşmıştı. Afros, gururlu ve mutlu sanki uçuyordu. Işıktan, sesten ve mutluluktan gözü kimseyi görmüyordu.

Ansız. Kalabalığın arasından sahneye sızan “Zülfikar” Afros’a ulaşmıştı bile. Afros ile göz göze geldiler. Afros korku ve af dileyerek, başına gelecekleri bilerek çığlık attı. Keskin metali etinde hissetti. Bir daha…bir daha…bir daha. Kırmızı gül yapraklarının yanındaki beyaz kumaş kırmızıya döndü. Elbisesi kıpkırmızı olurken, güller kanadı ve kayboldu. Afros yere yıkıldı.

Aslan dona kalmıştı. Fırlayıp durdurabilir miydi saldırganı? Sorguda kabullenmeyebilir miydi suçlamaları… Yerde yatan Afros ile göz göze geldiler. Acı içindeki Afros, gülümsedi. Elini uzattı. Sahnenin kenarında Aslan, uzanan eli sımsıkı tuttu. Sonra ataleti yendi, sahneye fırladı. Ona destek olan Piro, şimdi aşktı! Sarıldı, sarmaladı Afros’u.

Güvenlik görevlileri saldırganı etkisiz hale getirip yakalamışlardı. Sağlık görevlileri Afros’u Taksim İlk Yardım Hastanesi aciline götürdüler. Afros ameliyata alınacaktı, ama hayatı tehlikesi yoktu. Ameliyathane kapısında siyah gelinliği ile Nisa ve kan bulaşmış damatlık takım elbise içinde Aslan yan yanaydılar. İkisi de suskun Afros’dan gelecek iyi haberleri bekliyorlardı.

                 “Hatırladın mı beni, ben Aslan, tersanede çalışan, bizim mahalleden…”

Nisa yanıt vermedi.

Aslan devam etti; “Hani sizin bakkalın karşısında oturuyordum.”

Nisa dayanamadı; “Artık ne o mahalle ne o bakkal ne de o Nisa kaldı.”

Sonra, menajerine; “Beni eve bıraktır. Afros kendine gelince, aldır evden, saat kaç olursa olsun.”

Kapının önünde Aslan’dan başka bekleyen kimse kalmamıştı. Sonra Afros’u hatırladı. Hasta yatağının yanında elini tutma sırası ona gelmişti.

Çünkü, “Yaşayacak çok şey vardı daha…”

Dışarı çıktı. Kapıdaki çingene kızdan kırmızı bir gül aldı. Sonra, tekrar ameliyathane kapısında beklemeye başladı.

Afros, uyandırma odasından sedyeyle servis odasına çıkarken, yarı gerçek yarı hayal, Aslan’ı gördü. Aslan sedyeyi durdurup elini tuttu Afros’un. Sonra, hastabakıcının uyarısı ile elini çekti. Afros, Aslan’ın elindeki gülü fark etti. Hasta bakıcıya yalvarır gözlerle baktı. Elbisesindeki gülleri yitirmişti. Bari bunu odasına götürebilseydi. Konuşmadan anlaştılar. Aslan gülü Afros’a uzattı. Dokundu güle…

Dokunmasıyla, gül tüm yapraklarını döktü.

 

  1. BÖLÜM: SEVİŞMEYE ÇALIŞIRKEN; HADİ BİRLİKTE ÖLELİM!

 

Aslan, hastanede, yarı bilinçli Afros’un elini tutarak uzun bir hikâyeyi okuyordu. Yitirdiği hafızasına karşın neredeyse ezbere bildiği;

“Genç bir öğrenci, bahçesinde bir al gül olmamasına ağlayarak, "eğer al bir gül görürsem, güzel prenses benimle dans edeceğini söyledi," diyordu. Gözleri yaşla dolmuştu ve "bütün bahçemde bir tanecik al gül yok!" diyerek derin bir üzüntü içindeydi.

 Bülbül, kara meşenin içindeki yuvasından bu durumu duydu ve merakla dinledi.

 Genç; "ah şu mutluluk ne hiçten şeylere bağlı! bütün akıllı insanların yazdıklarını okudum, felsefenin bütün gizlerine erdim de gene al bir gülün yokluğu yaşamımı altüst ediyor.”

 Bülbül, “işte gerçek âşığı buldum," diyerek, o gül için çaba göstermeye karar verdi. Ama gül fidanlarına gittiğinde, her biri farklı renklerdeydi; bir fidan beyaz, diğeri sarı güller veriyordu. Sonunda, al gül elde etmek için kendi kalbini dikene dayayıp kanını akıtması gerektiğini öğrendi. Bülbül, "bir al gül için ölüm çok yüksek bir paha," diyerek bu fedakarlığın çok büyük olduğunu düşündü, ama aşkın yaşamdan daha değerli olduğuna da inanıyordu.

 Ağaçlıktan çıkarken öğrenci kendi kendine, "bülbülün güzel bir görünümü var, bu yadsınamaz; ama duygusu var mı? hiç sanmam.  

 Bülbül, ay ışığında şarkı söyleyerek dikene yaslandı. Bütün gece öttü, diken göğsünden içeri girdi ve can kanı vücudundan çekildi. Önce gülün uçuk bir rengi vardı, ırmakların üzerine serilen sis gibi uçuk, sabahın ayakları gibi soluk, ilk alacakaranlığın kanatları gibi gümüştendi. Bir gülün gümüş bir aynaya vuran yansıması, gümüş bir suya vuran gölgesi nasılsa, gül fidanının en üst dalında açılan gül öyleydi. Ama, gül fidanı bülbüle, "dikene daha sıkı yaslan," diye seslendi, "daha sıkı yaslan küçük bülbül, daha sıkı yaslan, yoksa gül bitmeden gün doğacak." Bülbül dikene daha sıkı yaslandı ve ötüşü kat kat yükseldi, çünkü erkekle kızın ruhundaki tutkunun doğuşunu şakıyordu. Ve gülün yapraklarını hafif bir pembelik bürüdü; tıpkı gelinin dudaklarını ilk öpüşünde güveyin yüzünü kaplayan pembelik gibi. Ama, daha diken gülün yüreğine değmemiş, gülün yüreği de beyaz kalmıştı; çünkü gülün yüreğini ancak bir bülbülün yüreğindeki kan kızartabilirdi. Bülbül dikene daha sıkı yaslandı, diken de bülbülün yüreğine değdi ve bütün vücudunda bir acı ürperdi. Yana yana acıdı, acı acı öttü; çünkü ölümle tamamlanan aşkı, mezarda ölmeyen aşkı şakıyordu. Nefis gül kızardı, tıpkı doğu havasının gülü gibi, yapraklarının çevresi kıpkırmızıydı, kıpkırmızı yürek, yakut gibiydi. Kalbinden akan kanla bir al gül açıldı.

 Öğrenci, öğleyin penceresini açıp dışarıya, "aman ne eşsiz bir talih!" diye haykırdı, "işte al bir gül! bütün ömrümde hiç böyle bir gül görmedim.

 Ancak, öğrenci, gülü kıza götürdüğünde, sevgilisi tarafından reddedildi. Genç; "aşk ne de saçma bir şeymiş," diyerek, "mantığın yarısı kadar bile yararı yok; çünkü hiçbir şeyi kanıtlamıyor, sonra hep olmayacak şeylerden birini söylüyor, insanı da doğru olmayan şeylere inandırıyor.” “Doğrusu hiçbir pratik yararı yok. Hem bu yüzyılda pratik olmak her şeyin başı... ben gene felsefeye dönüp metafizikle uğraşayım," diye odasına gitti ve koskoca, tozlu bir kitap çıkarıp okumaya başladı. (6)

Hikâye bittiğinde, Afros gözlerini açtı. Aslan’ın gözlerinin içine baktı. Yatakta biraz doğruldu. İki eliyle Aslan’ın elini tutan elini olanca gücüyle avuçları arasında aldı. Sonra, yatağın üstündeki örtü üstüne yayılmış kırmızı gül yapraklarını gördü. Yaralarındaki ve kalbindeki sızıyı hisseti. Yatağa kendini geri bıraktı. Gözlerini kapattı. Zülfikar’ın hançeri, Aslan’ın elleri, defiledeki alkışlar… “Aşk ne saçma bir şeymiş” diye sayıklayarak tekrar uykuya daldı. Hikâye başladığı yerde bitmişti. En büyük aşklar, imkânsız, geleceğin şafağında solan aşklardı. Hâlâ imkânsız, her aşk, bu yüzden zaten yiten bülbülün şarkısı ya solan güldü.

Aslan, masaldaki genç öğrenci kadar hevesli, onun kadar şüpheci, tozlu bir kitaba başlayacak kadar vazgeçmeye hazırdı. Ellerini avuçlarında güçlüce sıkan yaralı bir kadına kalbini, o bülbül gibi teslim edecek kadar cesur muydu? Bilmiyordu…daha mı yakındılar, yoksa uzak mı?

Eylüldü… Sanki eylül bir orman yangını gibi girmişti aralarına, adlandırılmayan aşkın yaralı bir hayvan gibi yalnızlığı girmişti ardından… Acıyla gülümsedi Aslan, Afros’un yüzündeki bıçak yarası gibi bir tebessüm, hüzünlü bir iyimserlik sardı ruhunu. Öyle ya; yaşadıkları, her aşk gibi belirsizce başlayan ve elbette bu belirsizliğiyle güzel bir vakitti.

Sonraki günlerde, Aslan, bülbül gibi kendini Afros’ a adadı. Büroda çalışan sekreter Naz’ın ona hayranlık ve aşkla dolu bakışlarını asla görmedi. İmkânsız aşk gözünü kör etmişti. Oysa küçücük bir sapma, hayatını sonsuza kadar değiştirebilirdi.

Günler geceleri kovaladı, haftaları... Afros’un bedeni iyileşti, ruhu?

Ya Aslan? Yeni köle, aptal aşık, saf genç!

Aslan için ofis ve ev arasındaki o dar koridorlar, artık onun yuvası olmuştu. İşyerinde tüm çalışanlar buna alışmıştı, Kartopu hariç! O sevimli kedi, tuhaf bir düşmanlık kazanmıştı Aslan’a karşı.

Kedilerin sezgilerinden korkmak lazımdı. Gülün kırmızısından ve aşkın saklı gazabından da…

Aylar sonra, yağmurlu bir eylül gecesi, herkes çıkmıştı ofisten. Afros, Aslan ve Kartopu gecenin içinde kaybolmuş ve suskundu. Afros, üstünde beyaz bir gecelikle, ışıkları kapatıp şamdanlardaki mumları yaktı. Karanlıkta mum ışığında gölgeler oyunlar oynuyordu ve büyüyen gölgeler korkunç gulyabanileri çağırıyordu odanın duvarlarında. Kartopu huzursuz ve yabanıl çığlıklar çıkarmaya başladı. Aslan ürktü. Elleri ile başını iki yandan tutup kulaklarını kapatmaya çalıştı. Sanki acı çekiyordu. Afros, ev kapısını açtı. Beyaz kedi kendine emir verilmiş gibi fırladı dışarıya doğru. Afros, uçuşan tüller arasından pasajın avlusuna baktı. Kartopu ak bir gölge gibi avluda belirdi ve hızla kayboldu. Rüzgâr ansız durdu. Yağmur hızını azalttı.

Aslan, kedinin evden çıkmasıyla rahatlamış, Afros’un yeşil gözlerinde kaybolmuştu. Sonra, gözlerinden, gölgeden çıkan ve belirginleşen yanağındaki bıçak yarasına kaydı gözleri. Beyaz geceliğin derin dekoltesindeki geniş yanık yarası, kezzap ile yakılmış bir yürek, çırılçıplak acı!

Biliyordu, beyaz geceliğin altındaki bıçak yaralarını, bir, iki, üç… sayılmayacak kadar çoktu. İçi acıdı, iyileştirmek istedi tüm yaralarını Afros’un. Sevişme isteği değildi, sevmekti.  

Hani “Selvi Boylum Al Yazmalım” filminde Asya’nın Cemşit’i seçerken dediği gibi; "Sevgi neydi; sevgi iyilikti, dostluktu, sevgi emekti."

Afros, gramofona bir taş plak koydu. "Ben, belli bir ülkesi olmayan insanlardanım" (7) dedi Aslan’a.

Sonra çalan Rembetiko’nun sözlerini müzikle eşlik ederek Türkçe eşlik etmeye başladı; 

             "Kısa bir süre önce ayrıldım, gidecek hiçbir yerim yok

              Kısa bir süre önce ayrıldım ve çıldırmış gibiyim

              Beni nereye istersen götür...” (8)

Aslan kalktı, Afros ile dans etmeye başladı. Beceriksiz ama içten. Acemi ancak tutkulu. Eller eller ile dans ediyordu. Gözler gözler ile…Yakınlaşmalar, uzaklaşmalar, sarılmalar dokunmalar. Uçucu, esrik, birbirinde kaybolmuş. Sonra, şarkı bitti. Gramofonun tablası boşa dönüyordu. Aslan ve Afros sanki müzik devam ediyormuşçasına dans etmeye devam ediyorlardı.

Dışarda yağmur hızını tekrar artırmıştı. Kartopu dışarda kapının saçağının altına sığınmış, miyavlayarak kapıyı tırmalıyordu. 

Afros, üstündeki beyaz geceliği çıkarıp savurdu. İçinde iç çamaşırı yoktu. Aslan ne yapacağını şaşırmıştı. Porno filmler izlemişliği vardı; VHS, Beta video kasetleri kiralayan Tarlabaşı’ndaki bir dükkândan aldığı. Ama ilk kez çıplak bir kadın görüyordu. Âşık olduğu kadın, Afros; o kadar güzeldi ki, nutku tutuldu, dondu kaldı. Afros anlayışlıydı, tecrübeliydi, öğretmendi. Sarıldı Aslan’a. Önce yanağı ile dudağı arasında bir yerden öptü. Sonra usul usul, bir daha bir daha öpücüğe boğdu Aslan’ı. Dudakları deneyimli ve duyarlı, dolaştı boynunda ve yüzünde. Sonunda dudaklarını buldu. Dudaklar dudaklarla birleşti. Diller birbirine karıştı. Uzadı. Uzadı. Elleri boş durmuyordu. Aslan’ın gömleğini, atletini söktü çıkardı.  Sonra… Şaşırdı. Uyanmıştı Aslan. Şaşırttı. Durmaksızın öpüyordu Afros’u, durmaksızın yara yerlerinden. Tensel uyarıcı öpücükler değildi bunlar. Ama ruhu iyileştiren, sağaltıcı, huzur veren… Hep yaralarından utanmıştı, bundan aydınlıkta sevişemezdi. İlk kez çıplak olmak onun için utanç verici değildi. Kendini dünyanın en güzel kadını hissetti. “Dünyanın En Güzel Arabistanı” (9)

             “Bir biz ikimiz varız güzel öbürleri hep çirkin/Bir de bu terli karanlık/Sonra bir şey daha var mutlak ama adını bilmiyorum/Nereden başlasam sonunda o ışıkla karşılaşıyorum” (9)

 Çırılçıplak iki insan. Ruhları ve bedenleri çırılçıplak. Ölüme vurgun iki sevdalı, lanetli bir kentin puslu akşamlarında sevgililer el eleyken yalanlarla, “sev beni, sev ...yaralıyım” diye sayıklıyordu.

Bu sevişmek değildi, daha çok sevişmeye çalışmaktı. Acemi ama masum. Yaralı ancak sağaltıcı.

         “Uzaklara diyorum ben ...uzaklarda... Ayışığı altında...”

         “Sanki... bir şeyler yitirmişim gibi…”

         “Ben, bir ırmağın uçurumdan kendini atışını düşlüyorum”

         “Aldatılmış bir sevgiyi... bir eksik var diyorum sana. Ve gece…”

        “Bir köknarın soylu geçmişi var sesimde…”

        “Aramızda yatan o gerçek vardı.”

        “Şarkılar, şarkılar vardı ya?”

        “Suskundu gece... suskundun sen. Ve o gerçek sonsuza kadar aramızda kalacaktı.”

        “Peki o düşlere kanmış çocuk?”

        “Büyüyecekti.”

        “Ölümsüzlük düşü?”

        “Düşlerin de yaraları vardır.”

Aşk, bedenlerinde bir şarkı gibi yükseldi; Afros'un inlemeleri, Aslan'ın kalp atışları. Tutku, dalga dalga geldi, hassas, kırılgan, ama güçlü. Yaralar sağaldı, bedenler birleşti. Zirveye yaklaştıklarında, Afros elini çekmeye uzattı Aslan hiçbir şey fark etmemişti, silahı aldı. Tutkunun en derin anında. Nefes nefese, Aslan’dan kopup, kulağına fısıldadı:

         “Bir kere daha birlikte bir şey yapmamız gerektiği düşüncesi aklımdan çıkmıyor; gel, güzel bir şey yapalım ve ölelim!” (10)

Aslan, Afros’un elindeki silahı gördü. Soğukkanlıydı. Korkmamıştı.

        “Nasıl?”

        "Beni vur. Sonra kendini vurursun”

        “Sen vur önce beni…”

Afros, silahı Aslan’ın ağzına soktu ve çekti tetiği. Çıt.

Ardından kahkahalar atmaya başladı.

Aslan, ani bir hareketle Afros’un elinden aldı silahı. Kendi kafasına doğrultu, çekti tetiği. Çıt.

Sonra silahı attı kenara, ardından tutkuyla Afros’u yüzüstü çevirdi yatakta. Üstüne abandı, tüm gücüyle. Sert ve acımasız. Acı ve zevk. Ölüm ve hayat. Böğüre böğüre birlikte boşaldılar.

Yan yana iki yorgun savaşçı yatıyordu, dağınık yatakta. Sessiz, yalnızca gittikçe sakinleşen nefeslerinin sesi duyuluyordu. Dışarda yağmur ve rüzgâr şiddetini artırmıştı. Kartopu dur duraksız kapıyı tırmalıyor ve miyavlıyordu.

Afros;

         “Sana bir sır vermek istiyorum. Aslında korkuyorum da…”

         “Ne olursa olsun, söyle. Ben hep seninleyim."

         “

             …

                     “

Aslan yüzünü buruşturdu. İğreniyordu kendinden. Hızla giyindi ve çıktı dışarıya evden. Açılan kapıyla birlikte Kartopu, Afros’un yanına koştu. Sırılsıklamdı. Korkmuştu. Terk edildiğini düşünmüştü.

Afros, kediyi çarşafla kuruladı, koynuna aldı. Gözleri doldu. Kendini tutamıyordu.

Aslan, avlunun ortasında diz çökmüş, yağmurun altında bir kedi yavrusu gibi sırılsıklamdı.

Biri içerde, diğeri dışarda, iki erkek, umarsız ağlıyordu…

 

 

NOTLAR:

 

(*) Bu öykü, gerçek olay ve mekanlarla gerçeklik duygusu güçlendirilmiş ancak tümüyle kurmacadır. Benzerlikler tümüyle rastlantısaldır. Ayrıca bu öykü 18 yaş üstü için uygundur. Cinsellik, intihar ve şiddet temaları içerir. Öykü kahramanlarından Afros; 1994 yılındaki ilk şiir kitabım Sanki Aşk’ta kullandığım, arkadaşım yazar Levent T. Gümüş ile sohbetlerimde, güncesinden bana aktardığı; “Sen benim Afrosumdun, ben sana dokundum” dizesini, dokununca tüm yapraklarını döken gül olarak algıladığım ve bir mit sandığım imgeydi. Şimdiki kaynak taramalarında Afros ve dize için bir kaynak ve mitolojik köken bulamadım. Ayrıca öykü içinde daha önce yayınlanan şiirlerimden dizeler mevcuttur.

https://www.youtube.com/watch?v=ioa0pmi1kyE

  • Ego Plirono ta matia p’agapoAGAPO By Vasslis Tsitsanis. Rembetiko https://youtu.be/Hp2z_QAxVgw?si=hETCctNz7YKNuERv
  • Oscar Wilde Bülbül ve Gül (Uzun bir öyküyü kısmen kısaltarak paylaştım, kıymetli, en azından burada okunsun diye… Saygıyla, kıskançlıkla…)
  • "Ben, belli bir ülkesi olmayan insanlardanım" Tezer Özlü.
  • Stratos Dionisiou – Taxitzis

https://www.youtube.com/watch?v=Fb-bGY5alLE&list=PLexq5cxhVyKKKNzRLNcG7-3uZOKCkurNP&index=17

  • Dünyanın En Güzel Arabistanı Turgut Uyar
  • “Bir kere daha birlikte bir şey yapmamız gerektiği düşüncesi aklımdan çıkmıyor; gel, güzel bir şey yapalım ve ölelim!”V.Kleist-Mektuplar